20 Ağu 2013

Occupied Times David Harvey Röportajı

Harvey: “toplumun dış yüzeyinin altında köpüren volkanik bir halin olduğunu hissedersiniz ve onun daha sonra ne zaman ve nerede patlayacağını asla bilemezsiniz.”

Occupied Times: "Kent hakkı" kavramından ilk olarak 1968 yılında Henri Lefebvre bahsetti. O "inşa ettiği şehrin baş kahramanı olarak insanın kurtuluşunun ... onun kolektif yaşam için inşa ettiği buluşma noktası" olduğunu savundu.Siz bu kolektif hakkı - kendimizi ve şehirlerimizi yeniden yaratmayı - "en değerli ancak en çok ihmal edilen insan haklarından biri" olarak ifade ettiniz.Son yıllarda bu insan hakkını hangi şekillerde ihmal ettiğimizi düşünüyorsunuz?
 
David Harvey: Eğer ne tür bir şehir inşa edileceği sorusu, ne tür insanlar olmak istiyoruz sorusuna ciddi bir şekilde bağlı ise, o halde bu ilişkiyi açıkça tartışma eksikliği; bizim, insanları ve onların tutkularını yeniden şekillendirilmesini sermaye birikiminin gereksinimlerine terk ettiğimiz anlamına gelir. Bence, 1945'ten sonra Amerika'nın banliyöleşmesinin, sadece Amerika'yı efektif talebi muazzam genişletme yoluyla 1930'ların kriz koşullarına dönüş ihtimalinden kurtarmaya yardım etmekle kalmayıp, aynı zamanda sosyal ve politik olarak devrimci bilinçten veya anti-kapitalist duyarlılıktan yoksun bir dünya yaratmaya da hizmet ettiği, plancılar ve politikacılar tarafından çok iyi anlaşılmıştır. 1960'ların feministlerinin banliyöleri kendi düşmanları olarak görmesi ve banliyö yaşam tarzının sınıfa karşı ön yargılı, ayrımcı ve aşırı ırkçı bir politik öznellikle ilişkilendirilmesi hiç de şaşırtıcı değil.
 
OT: Londra çok kültürlü bir şehir olarak övülür ve belki de kent hakkının önemli bir bileşeni de bir arada yaşama hakkıdır. Şehirleri yeniden tasarlarken ve yeniden yaratırken, bir şehrin yeniden yapılanmasının orada var olan farklı fikirlere ya da topluluklara imtiyaz tanıyan veya onları ayıran bir şekilde yapılmadığından nasıl emin olabiliriz?
 
DH: Toplumsal hareketler, siyasete etkin katılım ve bulunduğu yerelde mücadele etme isteği dışında hiç bir şey bundan emin olmamızı sağlamaz. Şehrin içinde ve ona ilişkin mücadele sağlıklı bir şeydir, devlet müdahalesiyle kontrol edilmesi ve bastırılması gereken bir hastalık değildir.
 
OT: Dijital bir çağda yaşıyoruz. Birçok durumda, insanlar binlerce kilometre uzaktaki insanlarla aynı sokaktaki komşularından daha samimi ilişkiler geliştiriyor. Eğer şehirler, tarihsel olarak, ortak fiziksel mekan etrafında gelişmeye eğilimli ise, fiziksel/mekansal toplulukların üstünlüğünü sarsan iletişim teknolojileri, kentin gelecekteki yapılanmasını nasıl etkileyecek?
 
DH: Yeni teknolojiler, hem yararlı hem de zararlı. Bir yandan "kitle oyalama silahları" olarak işlev görebilir ve insanları politikaya inanmanın yalnızca sanal bir dünyada mümkün olacağına inanmaya yönlendirebilir. Veya, sokaklarda, mahallelerde ve tüm şehirde siyasal eylemleri yaymak ve düzenlemek için kullanılabilir. Kahire, İstanbul, Atina, Sao Paulo, vb. de gördüğümüz gibi siyasal eylemler için sokaklardaki bedenlerin yerini hiç bir şey tutmuyor. Aktif sokak siyaseti ile birlikte çalışan yeni teknolojiler inanılmaz bir güç olabilir.
 
OT: Neil Grey "Kimin isyan şehri?" başlıklı yazısında, sizin en son kitabınız olan "Asi Şehirler"deki analizinizin, ilk defa 1960 ve 1970'ler İtalyasındaki kent mücadeleleri sırasında ortaya çıkan - 'Şehri Ele Geçir' sloganıyla; toplumsal yeniden üretim çevresindeki feminist tartışmalarla; 'toplumsal fabrika' fikriyle ve sözde 'bölgesel halk hareketleriyle' nitelenen - Otonom Marksist geleneği ihmal ettiğinizi, bunun yerine teorinizin kentleşme yoluyla sermayeyi emme ve artı değer üzerinde durduğunu ileri sürüyor. Bu eleştiriye cevabınız nedir? Bu siyasi uygulamaların, yerel halkın şehirlerini nasıl yeniden örgütleyeceğinin ana hatlarını çizmede kullanılabileceğine katılıyor musunuz?
 
DH: Bu eleştiri tuhaf. Elbette 2. bölüm sermaye birikimi süreçleri aracılığıyla kentleşme oluşumu hakkındadır, ama 5. bölüm kentlerdeki toplumsal sınıf hareketlerine ayrılmıştır. Ben tabii ki bu tür hareketlerin hepsini kapsayamayabilirim ve bu nedenle tıpkı İtalya'daki otonomist hareketle bağlantılı olanlar gibi kesinlikle kapsayamadığım değerli bir çok hareket vardır. Ancak ben, sınıf mücadelesi çerçevesinde tüm bu olanların hangi yollarla olduğunu kuramlaştırmaya çalışırken, yüzyılın başlarında insanların evleriyle İtalya'da fabrika konsey hareketini tamamlama şekillerini inceledim ve tabi ki Paris Komünü ve diğer kent ayaklanmalarında olduğu gibi, El Alto'nun hikayesinden de çok fazla ilham aldım. Yani, benim sadece artı-değerle oluşan sermayenin emilmesiyle ilgilendiğimi söylemek oldukça garip ve bence Neil Grey ya kitabı sonuna kadar okumadı ya da, ben onun özel, en çok sevdiği toplumsal kent hareketini ele almadığım için önemsemedi.
 
Bu arada ben, Gramsci'nin fabrika konseylerini bölgesel komitelerle desteklemenin önemi üzerine olan yorumundan alıntı yapmak isterdim: "bölge komiteleri aynı zamanda garson, taksi şoförü, tramvay işçisi, demir yolu işçisi, çöpçü, özel sektör çalışanı, katip ve diğerleri gibi farklı tabakalardan işçilerin olduğu bölgelerdeki temsilcileri birleştirme yolları araştırmalı. Bölge komitesi, o bölgede yaşayan tüm işçi sınıfının, yetkilerce desteklenen kendiliğinden gelişen bir disiplini uygulayabilen ve bütün bölgede anında ve tamamen işin durdurulmasını düzenleyen ve meşru ve otoriter bir dışa vurumu olmalıdır."
 
OT: Çin'de, hızlı kentleşme ve sürekli büyüyen emlak balonunun ardından, Batı'da yaşayan insanların haberi olmadığını ileri sürdüğünüz yükselen bir sınıf mücadelesi olduğundan bahsettiniz. Eğer Çin'de yaşanan duruma daha dikkatli bakacak olursak, ne öğrenebiliriz?
 
DH: Şu anda Çin'de açığa çıkan çok daha fazla şey var ve hem devasa ölçütlerde emlak balonları hem de 2008'de ihracat piyasasının çökmesine tepki olarak kentleşmenin aşırı üretim kronik sorununun tehlikelerine karşı yükselen bir farkındalık da var. Kentlerde yaşanan aşırı birikim konusunda çok ciddi bir tedirginlik var. Teorik olarak, ben neler olduğunu anlıyorum ama iş durdurmaya geldiğinde bir şey diyemiyorum. Çin'de kentsel ve endüstriyel alanda çok fazla huzursuzluk olduğunu biliyoruz ama bunun ne kadar ve ne önemde olduğuna karar vermek çok güç.
 
OT: Siz "mülksüzleştirme yoluyla birikim" olarak adlandırdığınız kavramı kapitalizmde kentleşmenin merkezine yerleştiriyorsunuz. Londra'yı çevreleyen topraklar bugünlerde "yenileme" bahanesiyle, konut yardımı kesintisi ve sözüm ona “yatak odası” isimli yeni vergiyle birlikte dönüştürülüyor. (çn. “Yatak odası” vergisine göre ev sakinlerinin konut yardımı eğer tek bir boş yatak odaları varsa %14, bu sayı iki ve daha fazla ise %25 kesintiye uğrayacaktır.) Gayri menkul geliştiricileri sosyal konutları 'uygun fiyatlı' mülklerle değiştirebilsin diye evlerini yitirmiş Elephant & Castle içindeki Heygate konutlarında oturan yüzlerce kişi pek çok örnekten bir tanesidir. Taban örgütlenme mücadeleleri bu yer değiştirmelere direnmek için ortaya çıktı, ama sürekli olarak siyasal ve yasal kısıtlamalarla karşı karşıya kalıyorlar.Şehir genelinde veya daha geniş anlamda birleşik bir hareketin önemi ve olası güçlükleri hakkında sizin düşünceleriniz nelerdir?
 
DH: Ben tüm şehir genelinde mülksüzleştirilmeye karşı mücadelede mümkün olduğunca birleşmenin hayati öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Ama böyle yapmak, mülksüzleştirilmenin oluşması ve kökenlerinin biçimleri hakkında doğru bir bakış gerektirir. Örneğin, şu aralar, gayri menkulcülerin talancı icraatlarının ve onların il çapındaki finansörlerinin birlikteliğini tanımlamaya ve onların uygulamalarını dizginlemek ve kontrol altında tutmak için il çapında kolektif bir mücadele başlatmaya ihtiyaç var. Son zamanlarda, Brezilya'da ulaşım masraflarına, aynı zamanda Dünya Kupası için yapılacak olan stadyum binasına (Brezilya hakkında konuştuğumuzu düşünürsek bu dikkat çekicidir) ve yer değiştirmelere, kamu kaynaklarının israfına dair kentsel huzursuzluklar görmekteyiz. Bu nedenle kent çapında ve kent ekseninde mücadeleler görmek imkansız değildir. Tehlike, her zaman olduğu gibi, insanların kavgadan yorulmasıyla, mücadelenin zayıflamasıdır. Tek çözüm mücadeleleri devam ettirmek ve bunu yapacak kapasiteye sahip örgütler kurmak (özellikle bir kent mücadelesi olmamasına karşın, Brezilya'daki MST buna iyi bir örnektir).
 
OT: Londra'da bariz bir kamusal alan eksikliği var. Şehrin çoğu özel mülkiyete ait. Şehir gözetim panoptikonu, 'izinsiz girilmez' işaretleri ve piyasa müdahalesi olmayan bir kamusal alan yokluğu ihtiyacını karşılıyor.Kapitalizmin tahribatına karşı direnenlere, sadece çalışmaları için değil, aynı zamanda da yaratıcı etkileşim için yeni yollar keşfetmelerine olanak sağlamak için, halka/topluma açık alanlar araştırmak ve geliştirmek önemli midir?
 
DH: Devlet tarafından kontrol edilen alanları özgürleştirme ve onları halkın kontrolünde olan meydanlar haline getirme sorunu bence kritiktir. Aynı zamanda kamusal alanların yeniden kazanılması çok önemlidir ve umarım böylesi bir sona doğru yönelen pek çok harekete şahit oluruz.
 
OT: Dünya düzenini değiştirmenin güçlü bir yolu olarak "sosyalist şehirler ittifakı" ihtimalinden söz ettiniz. Ne demek istediğinizi ve bunun nasıl işe yarayacağını açabilir misiniz?
 
DH: Bu ilk bakışta biraz alışılmadık bir fikir ancak halihazırda şehirler arasında ve ABD'deki silah kontrolü, gibi bazı konularda bir çok karşılaştırma ve iletişim var. Kent yönetimleri arasında gittikçe daha iyi sonuçlar verebilen iş birliği bağlantıları var. Ben bu tür eylemlerin neoliberal uygulamalara karşı neden daha ileri gidip örgütlü bir kent direnişi kuramadığını anlayamıyorum. İngiltere'de kent yönetimleri çevresinde sözde yatak odası vergisine karşı eş güdümlü bir tepkinin, daha önce gözler önüne serilmiş olan kişi başına alınan vergi mücadelesinin yönteminde yankılanacağını düşünüyorum. Biz aslında bu türden şeyler yaptık ancak sonrasında bunların tahlilini tam olarak yapmadık ve ihtimallerini değerlendirmedik.
 
OT: Sivil itaatsizlik, aralarında Yunanistan, Madrid, Meksika, Buenos Aires, Santiago, Bogota, Rio de Janeiro ve en son Stockholm'ün de bulunduğu tüm dünya şehirlerinde olduğu gibi Londra şehir yaşamının da çok yinelenen bir özelliği haline geliyor. Ayaklanmalar (sadece protestolar ve örgütlü toplumsal hareketler değil) şimdi kent hakkını geri kazanma aracının bir parçası mıdır? Burada, dünyanın finans kapitali içinde olanlar, diğer şehirlerde olan bu mücadelelerden ne öğrenebilirler?
  
DH: Beni bu soruları yorumlamam üzerine çağırdığınızdan bu yana, İstanbul (örneği) var. Küresel duruma baktığınızda, toplumun dış yüzeyinin altında köpüren volkanik bir halin olduğunu hissedersiniz ve onun daha sonra ne zaman ve nerede patlayacağını asla bilemezsiniz (en son ziyaretimde bana kolay anlaşılır gelmesine rağmen, İstanbul'da pek çok hoşnutsuzluğun olduğu kimin aklına gelirdi ki). Bana kalırsa bizler kendimizi bu tür patlamalara karşı hazırlamalıyız ve elimizden geldiği kadarıyla bunları sürekli eylemler içerisinde destekleyen ve geliştiren alt yapı ve örgütsel biçimleri kurmalıyız.
 
OT: Özel mülkiyetin yerleşmiş yasallığını genel kavram içerisinde tanımlarken, İngiltere'de arsa değeri vergisi uygulamanın yararları üzerine görüşleriniz nelerdir?Bu vergiyi savunanların dediği gibi herhangi bir dengeleme etkisi elde edebilir mi?
 
DH: Ben arazi değer vergisinin yardımcı olabileceğini düşünüyorum ama, sonuçta, son yıllarda özellikle Londra ve New York gibi büyük şehirlerde çok güçlü olan rantiye sınıfı tarafından elde edilen çok büyük servetler sorunu üzerine eğilmiyor, oysa bu mülksüzleştirmenin yüzleşilmesi gereken asıl şeklidir.

23 Haz 2013

Türkiye: Ağaçlardan Ormanı Görememek / Michael Roberts

TÜRKİYE:AĞAÇLARDAN ORMANI GÖREMEMEK
Michael Roberts, 3 Haziran 2013

Türkiye'de geçtiğimiz hafta boyunca yaşanan protesto patlaması hükümetin, içerisinde başka bir cami daha içeren başka bir AVM daha ile parkı değiştirme, laik Atatürk Kültür Merkezi'ni yıkıp yerine Osmanlı dönemi askeri bir kışlayı tekrar inşa etme planı kapsamında Gezi parkındaki ağaçların kesilmesini insanların engellemeye çalışmasıyla başlamıştı. Bu tarihsel bir rastlantı değildi, yeşil alanların gelişmeye feda edilmesine Türklerin geniş bir kesimi tarafından (işçi sınıfı ve orta sınıf) karşı çıkılıyordu. OECD'ye göre Türklerin %33'ü yeşil alanlardan yoksun olduğunu düşünüyor ki bu OECD Avrupa ülkelerindeki ortalama %12'den daha da yüksek olan bölgedeki en yüksek tatminsizlik seviyesidir.

Yöneten AK parti ile yerli ve yabancı sermayeyi ilgilendirdiği kadarıyla Türkiye kapitalizmi gelişiyordu ve ağaçlar da dahil olmak üzere bunun önünde hiç bir şey durmamalıydı. Türkiye OECD'nin zenginler kulübünün basamaklarını çıkmak istiyor ve hala on yılın sonunda Avrupa Birliği'ne girebilmek için uğraşıyor. Aynı zamanda, hükümet despot bir şekilde, bu kapitalist genişleme üzerine, İran tarzındaki alkol kullanımı, dini gerekleri yerine getirme, giyinme üzerine katı kurallar koyma ve kadınları boyunduruk altına alma şeklindeki İslami türdeki devlet üst yapısını dayatmaya çalışıyor. Bugüne kadar AK parti çok başarılıydı, seçimleri ardı ardına kazanıyordu, Atatürk'ün önceki laik ordusunu küçültüyordu ve yozlaşmış orta sınıf partilerinin laik muhalefetini dağıtıyordu. AK Parti bu çabasında 10 yıldan biraz daha fazla bir zamandır kendisine taban haline getirdiği şehirlerin büyük kent yoksullarının desteğini aldı. Fakat elbette, bu tartışmasız gücü edinerek, şimdi büyük iş dünyası ve yabancı sermaye (zaman zaman yaşanan sürtüşmelere rağmen) için bir araç haline geldi. Hükümet gittikçe daha fazla kendisini, bölgedeki çeşitli çatışmalara müdahale edebilmesi mümkün ve bu konuda istekli olan bölgesel bir güç olarak görüyor: İran, Filistin ve yakın geçmişte Suriye.

Yüzeyde görünen odur ki Türkiye sermayesi büyük problemlerle karşılaşmadan büyümektedir. Ve kentlere yoksul kırsal alanlardan gelen emek gücünü sömürmek üzere (kapitalist gelişmenin klasik kaynağı) yabancı sermayenin ülkeye akışıyla ekonomik büyümenin son yıllarda hızlandığı da doğrudur. Fakat bu belirgin ekonomik başarı, zayıf bir kapitalizmin güçsüz ve genç ayakları üzerine kurulmuştur ve yolsuzluklar, dini geri kalmışlık, insan hakları ve yasaların yetersizliği tarafından aşağıya çekilmektedir. IMF'ye göre, Gini katsayısı ile ölçülen gelir dağılımının eşitsizliği 40 civarındadır, bu gelişmiş kapitalist ekonomilerin en eşitsiz olanı ABD'den daha yüksek ve gelişen Avrupa'da, Rusya'nın dışında, en yükseğidir.

Türkiye'nin, Sınır Tanımayan Gazeteciler Basın Özgürlüğü Sıralamasında 154. sırada olması bir sürpriz değildir. Türkiye sadece “gazeteciler için şu anki dünyanın en büyük hapishanesi” değil aynı zamanda medya patronlarının hükümetin baskısıyla gazetecileri işten kovduğu bir ülkedir. Ve refah göreceli bir şeydir, ve elbette herkes için değildir. 15-64 yaş arasındaki çalışabilir nüfusun %48'i ücretli bir işe sahiptir ki bu OECD ortalaması olan %66'dan daha düşüktür ve OECD içindeki en düşük orandır. Türkiye'de insanlar yılda 1877 saat çalışmaktadır, bu değer de OECD ortalaması olan 1766 saatten yüksektir. Bununla birlikte Türkiye'de çalışanların %46'sı çok uzun saatler boyunca çalışmaktadır, bu oran ortalamanın %9 olduğu OECD içerisindeki en büyük orandır.

İnsanların yaklaşık %67'si var olan barınma durumundan memnun olduğunu söylemektedir, bu oran OECD ortalaması olan %87'den oldukça düşüktür ve OECD ülkeleri arasında en düşük düzeydir. Türkiye'de, ortalama bir ev kişi başına 0.9 oda barındırır, bu oran OECD ortalaması olan kişi başına 1.6 odadan daha düşük ve OECD içerisinde en düşük oranlardan biridir. Temel olanaklar bağlamında Türkiye'de insanların %87.3'ü konut içinde sifonlu tuvalet özel erişimine sahip konutlarda yaşamaktadır, bu oran OECD ortalaması olan %97.8'den düşüktür, OECD ülkeleri arasındaki en düşük orandır.

En başarılı okul sistemleri bütün öğrencilere yüksek kalitede eğitim sağlayabilenlerdir. Türkiye'de, en yüksek sosyo-ekonomik katmanın %20'si ile en düşük sosyo-ekonomik katmanın %20'si arasındaki sonuçlardaki ortalama fark, 106 puandır, bu OECD ortalaması olan 99 puandan yüksektir. Bunun anlamı Türkiye'deki okul sisteminin çoğunlukla daha varlıklı olanlar için daha kaliteli eğitim sağladığıdır.

Türkiye'nin toplam sağlık harcaması GSYİH'in %6.1'dir, OECD ülkeleri içerisindeki %9.5 ortalamadan üç puan daha azdır. 2008'de 913$ ile Türkiye'nin kişi başına sağlık harcaması da OECD'nin en düşüğüdür, OECD ortalaması 3268$'dır. Türkiye'de insanların sadece %61'i suyun kalitesinden memnun olduklarını söylemektedir. Bu sayı OECD'nin en düşüğüdür, ki ortalama tatmin düzeyi %84'tür, bu bize Türkiye'nin sakinlerine iyi kalitede su sağlamakta zorluklarla karşılaştığını göstermektedir.

Büyük Durgunluk Türkiye kapitalizmini de başka yerlerdeki kadar sert vurdu. Hükümetin buna yanıtı (IMF tavsiyesine karşın) yurtiçi talebi beslemek için muazzam kredi canlanmasını serbest bırakmak olmuştur. Bu enflasyon oranını çift hanelere çıkarmış ve 2011 yılının cari işlem açığını GSYİH'in %10'una (dolar bakımından dünyanın en büyük ikincisi) genişletmiştir, bu da Türkiye'yi, küresel belirsizliğin devam ettiği zamanlarda sermaye akışının tersine dönme risklerine açık hale getirmiştir. Dışsal finansman gereksinimleri GSYİH'in %25'i kadardır, böylece Türk bankaları kısa vadeli yabancı borçlanmaya bel bağlamaktadır. Türkiye tarım ekonomisinden hizmetler ekonomisine 20 yıllık bir süre içerisinde sıçramıştır ve durgunluk imalat temelini zayıflatmıştır. Eczacıbaşı ve Zorlu gibi gruplar son bir kaç yılda, ana faaliyet alanlarında yatırım yapmak yerine devasa alışveriş merkezleri kurmayı tercih etmiştir.

Son iki yılda, ekonomi, yurtiçi taleplerin zayıflamasının etkisiyle yavaşladı. Türkiye yabancı sermaye akışının yaratabileceği canlanma-düşüş döngülerine meyilli kalmaya devam etmektedir. Küresel emperyalizmin sağlığı Türkiye'nin kendi büyümesinde hala ağır basan etkendir. Ulusal tasarruflar son 15 yılda çarpıcı bir şekilde düşmüştür, 1990'ların sonunda GSYİH'in %25'i iken şimdi %15'den daha düşüktür. Bu azalma bu dönem boyunca herhangi bir G-20 ülkesinden daha büyük olmuştur ve yeni gelişen ekonomilerin deneyimlerine katı bir karşıtlık şeklinde durmaktadır. Bu yüzden Türkiye, pazarlanabilir sektöre daha fazla doğrudan yabancı yatırım (DYY) çekebilmek için kendi emek gücünü rekabet edebilir yapmaya mecburdur. GSYİH'in %2'si civarında olan DYY girişleri hala G-20 EM (“Emerging Markets”, Gelişen Pazarlar) ortalamasının altındadır, bu akışların çoğu da üretken olmayan bankacılık, emlak gibi sektörlere doğrudur.

2003 ve 2011 arasında, reel yıllık GSYİH büyümesi ortalaması %5.3'tü, ancak işsizlik oranları çift haneli kalmaya devam etti, böylece sömürülecek yedek bir ordu yaratıldı. Diğer ülkelerle ticaret ve gelir açığı ortalama olarak GSYİH'in %5'inden üstündeydi. Ancak bunlar Türk kapitalizminin iyi yıllarıydı. Ekonomik büyümenin içinde olduğumuz on yıllık sürenin kalanında yavaşlaması, yılda en fazla %4 olması ve hatta altına düşmesi, dış açığın da GSYİH'in %7.5'ine genişlemesi bekleniyor. Son on yıldaki canlanma kısmen emlak, kredi ve hizmetler ve inşaat sektörlerine dayanmaktaydı, gittikçe azalan bir şekilde de üretim, ihracat ve yatırıma.

Bunun nedeni Türk sermayesinin kârlılığının, emek gücünün genişlemesinin yavaşlamaya başlamasıyla gerilemesidir. Bu gerileme 1990'lı yıllarda görünürdü. AKP'nin kurulduktan hemen bir yıl sonraki 2002 seçimlerini dev şirketlerin desteğiyle ezici bir şekilde kazanması bir kaza değildi. AKP altında, kârlılık çarpıcı bir toparlanma yaşadı (her ne kadar kısmen üretken olmayan yatırıma dayansa da). Büyük durgunluk yeni bir tersine dönmeyi ortaya çıkardı ve bu defa kârlılıktaki toparlanma duraksadı. 2010 başında kârlılık önceki tepe noktasına toparlanmış olsa da, o zamandan beri bir düşüşte ve Büyük Durgunluktan önceki tepenin hala altında.

(Grafik yıllara göre Türkiye'nin kâr oranı yüzdesini göstermektedir)

Türk kapitalizminin ormanlarındaki yeşil sürgünler hiç de sağlıklı değiller, öyle ki hükümet ağaçları yerinden sökmeye devam edemeyecektir.



MEP Notu: Bu yazıdaki veriler için OECD istatistikleri ve IMF ülke raporu gibi çeşitli kaynaklar kullanılmıştır.

20 Haz 2013

Emek Atölyesi Site Duyurusu

Emek Atölyesi
Yaşadığımız süreçte, dönemsel olarak sermayenin emek karşısında kazanımlarını arttırdığına tanık oluyoruz. Bir yandan sermaye egemenliğinde oluşturulan ideolojik/kültürel yapı, öte yandan örgütlü mücadeleye uygulanan baskı ve şiddet, toplumdaki örgütlülük düzeyini giderek geriletiyor, kitleleri bireysel dertlerin ve kaygıların içine hapsediyor.

Böyle bir ortamda, yaşadığımız dönemi, dünyayı ve toplumu daha iyi anlayabilmek için bir araya gelerek tartışmalar/araştırmalar yapan bizler, dünyayı anlamanın yetmediğini, asıl sorunun onu değiştirmek olduğunu bildiğimizden, anlama çabamızdan doğan ürünlerimizi bu sitede sizlerle paylaşmak istedik. Şunun bilincindeyiz ki asıl olan, kapitalist sisteme karşı sınıf bilinciyle oluşturulan örgütlü mücadeledir. Bu sitede yayımlanacak yazılarımızla örgütlü işçi sınıfı mücadelesine ve birikimine küçük de olsa bir katkı sağlamayı amaçlıyoruz.

Toplumsal mücadele içindeki gözlemlerimizden, deneyimlerimizden, tanıklıklarımızdan, çalışmalarımızdan süzdüğümüz bilgileri burada derli toplu sunarak, hem kendimiz hem de ilgilisi için geriye dönüp bakılabilecek, kolay erişilebilir bir kaynak oluşturmayı hedefliyoruz. Başka bir deyişle bu çalışmamız, bizlerin gözünde bireysel bir çalışma değil, toplumsal mücadeleden edindiklerimizi yine toplumsal mücadeleye sunma çabamızdır.

Atölyemizde bilgiye ve araştırmaya dayalı ürünler ortaya koymak istiyoruz. Belirli konuları bir dosya gibi ele alarak her yönüyle işlemeyi, onun dışında önemli gördüğümüz kitapları, makaleleri, çevirileri, haberleri ve güncele ilişkin görüşlerimizi paylaşmayı umuyoruz.

21 May 2013

Marksizm: Dün, Bugün, Gelecek - Bertell Ollman

16.05.2012

Türkiye’ye bir dizi konferans vermek amacıyla Yordam Kitap tarafından çağırılan Marksist Siyaset Bilimci Bertell Ollman 12 Mayıs 2013 tarihinde yaklaşık 3 saati bulan “Marksizm: Dün, Bugün, Gelecek” başlığı üzerine bütünlüklü bir sunum yaptı. Bu yazıda panelde aldığım notları ve Bertell Ollman’ı dinlemeye gelen birçok arkadaş ile sonrasında yaptığımız tartışmaları elimden geldiğince anlatmaya çalışacağım. Bertell Ollman’ın yaptığı konuşmada benim aldığım notlara ilişkin görüş yazılırsa bu yazının kendisi bir adım daha ileriye götürecektir. Panel sırasında aldığım notları maddeler halinde açıklayacağım. Ayrıca simultane çeviride oldukça başarılı olan Sungur Savran’ın emeğini unutmamak gerekir.

Yordam Kitap, Ekim 2006’da Bertell Ollman’ın “Diyalektiğin Dansı Marx’ın Yönteminde Adımlar” adlı kitabının ilk Türkçe çevirisini yayınladı. Bertell Ollman’ın İzmir’de yaptığı sunumun içeriği bir nevi bu kitabın bütünlüklü bir özeti gibiydi. Bu kitabın başında Karl Marx’ın “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş” adlı çalışmasından bir alıntı yer alıyor: “Olduğu yerde donup kalmış koşulları, kendi şarkıları eşliğinde dans etmeye zorlamalıyız”. Yapılan sunumda Bertell Ollman olduğu yerde donup kalmış koşulları kendi şarkıları eşliğinde dans ettirmenin tek yolunun diyalektik olduğunu dönüp dolaşıp vurguladı.

Kapitalist sistemin doğduğu günden bugüne yaşadığı dönüşümler toplumsal hayatın da köklü bir şekilde dönüşmesini sağladı. Yaşanan bu dönüşüm nedeniyle mevcut bir durum üzerinde tahlil yapan birçok Marksist insanın da oldukça sığ yorumlar yaptığını belirterek sunumuna ilk olarak Marksizm ne değildir? sorusunu sorarak cevaplamaya çalıştı. Bazı kavramlar vardır ki kullanıldıklarında birçok farklı anlama gelmektedir. Olaya bu şekilde bakıldığında kavramların hiç de masum olmadığı görülecektir. Bu kavramlara örnek vermek gerekirse; planlama, kalkınma, reform vb.dir. Ollman konuşmasında Marksizmin ne olmadığına dair bazı maddeleri şu şekilde sıraladı:
  1. Marksizm ekonomik bir kalkınma mıdır?
  2. Marksizm ekonomik determinizm midir?
  3. Marksizm bütün ezme ve ezilme biçimlerine karşı mıdır?
  4. Marksizm ütopik bir düşüncenin bir biçimi midir?
  5. Marksizm sadece belli konuları (kadın sorunu, çalışma hayatı vb.) gündemine alacak bir bilim midir?
Bertell Ollman yukarıda sıralanan maddelere yüksek sesle “hayır” dedi. Yukarıda sıralanan maddelere “evet” diyen kesimlerin özellikle yanlış bir Marx okuması yaptığını belirtti. Yukarıda sıralanan maddeler gerçek olsaydı Marx’ın tamamlayamadığı Kapital’i kuşkusuz bir ekonomi kitabı olarak kabul edebilirdik. Kapital’i okuyanlar onun ekonomi kitabı olmadığını pek ala farkındadır. O zaman Marx’ın esas konusu nedir? Marx’ın temel mevzusu kapitalist toplumun hareket yasalarını ortaya koymaktı ve bunu büyük ölçüde başardı.

Kapitalist sistem bir süreç ve ilişki ağında düşünüldüğünde olgular birbirinden neden bağımsız görünür? Marx yaptığı çalışmaların büyük bir kısmında görüngülere değil gerçeğin daha derinlerde olduğu vurgusu bulunmaktadır. Ollman ise kapitalizmin görüntü ile gerçek arasındaki esrarlı perdeyi sürekli olarak sıkı tutmaya çalıştığını belirtti. Esrarlı perdenin ortadan kalkmaması için kapitalistler büyük bir çaba harcamaktadırlar. Kriz dönemlerinde görüngü ile gerçek arasında bulunan fark azalmaktadır. Bertell Ollman bu konuya şöyle bir örnek vererek “sular çekildiği zaman çıplak olanları görürsünüz” şeklinde özetledi. O halde yapılması gerekenin tarihsel bağlamından koparmadan kapitalizmin özgül parçalarını karşılıklı etkileşim içine sokarak kıvılcım çıkarmak gerektiğidir.

Diyalektik yöntem nedir? Diyalektik yöntemi öğrenmenin önemi nedir? Bertell Ollman olguların, olayların daha net anlaşılmasını sağlayan diyalektik yöntemi şu şekilde tanımladı: “Diyalektik yöntem; bir olayı açıklarken sınırların nasıl çizileceği birimlerin nasıl oluşturulacağı meselesini gündeme alır.” Marksizm bizi yöntemle (diyalektik) ve pratikle (sınıf mücadelesi) donatarak sürekli değişen topluma dair çıkarımlarımızın güncellenmesini sağlar ve böylelikle topluma başka bir dünyanın mümkün olduğu çabasına yardımcı olur. Marx kapitalist toplumun hareket yasalarını açıklamaya çalışırken soyutlamaya başvurmuştur. Marx’a göre soyutlamalar yapılmadan kavramaları açıklamak oldukça güçtür. Bertell Ollman’ a göre diyalektik yöntem olmadan dünyada yaşanan değişim ve dönüşümleri anlamak pek mümkün değildir.

Kapitalist üretim biçimin diğer üretim biçimlerinden temel farkı nedir? Marx Kapital’in 1.cildinde Özgürlük, Adalet, Eşitlik, Bentham! şeklinde bir ifade kullanır. Bu kavramları diyalektik bir bütünlük içerisinde tartıştığımızda kapitalist üretim biçiminin temel farkını ortaya koyma şansımız oldukça yüksektir. Burada dikkat edilmesi gereken temel nokta; “kapitalizm bir şey değil, bir süreçtir” bundan kaynaklı el aldığımız olguları da bu kapsamda değerlendirmek zorundayız.

Kapitalizmde “özgürlük” emek gücünü satma özgürlüğüdür. Olgun kapitalist sistemde hiç kimse silah zoru ile çalıştırılmaz. Herkes kendi emek gücünü dilediği kapitaliste satar. Pazar ilişkileri nasıl ki metaların değerlerini belirliyorsa, emek gücünün değeri de burada belirlenir. Yalnız burada bir ayrıntıyı gözden kaçırmamak gerekir işçi emek gücünü satmadığı zaman yaşama şansı yoktur. Bu noktaya dikkat ettiğimizde sloganda yer alan “Özgürlük” ifadesinin ne anlama geldiği daha net anlaşılacaktır. Kapitalist sistemde “adalet” sermaye birikiminin devamlılığını merkezine alır. “Eşitlik”; her işçinin üretim araçları karşısındaki konumudur. Kulağımıza oldukça hoş gelen kavramları üretim ilişkileri içerisinde düşündüğümüzde kendimizle çelişkiye düşeriz. Marx bu durumu şöyle ifade etmişti: “kapitalizmde her şey çelişkili gözükür ve gerçekten öyledir”. Özgürlük, Adalet, Eşitlik, Bentham! Bertell Ollman'a göre bu sloganın arkasındaki sır oldukça önemlidir.

Kapitalist sistemin diğer sistemlerden temel farkı artı değer sömürüsüdür. Çok kısa ifade etmek gerekirse bir işçinin belli bir iş günü sonrası harcadığı emek sayesinde oluşan değerin sadece bir kısmını elde etmesidir. Kapitalist üretim ilişkileri geliştikçe gerekli emek (işçinin emek gücünü yeniden üretebileceği miktar) ile artı emek (karşılığı ödenmemiş emek) arasındaki oransal farklılık sermayenin lehine olmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken en temel nokta; kapitalist bölüşüm ilişkileri düşünüldüğünde işçilerin bizzat kendi ürettiklerinin toplamı içinden satın alabileceklerinin payının gittikçe azalmasıdır (Burada işçinin aldığı ücret üzerinden yorum yapmak doğru değildir. Önemli olan bir işçinin satın alabileceği miktar değil yarattığı değerden aldığı paydır).

Kapitalist sistemde üretimi açıklarken ne tür alt başlıklar kullanılmalıdır? Üretim tarzı açıklanırken; dağıtım, mübadele, ticaret, finans, tüketim gibi kavramların hem kendi başlarına hem de bir bütünün içinde birbirleriyle olan ilişkisi ortaya konulmalıdır. Böyle yapıldığı zaman üretim tarzı bilimsel bir şekilde açıklanmış olacaktır. Olgular arasındaki ilişkiyi anlamada bir diğer önemli temel unsur bulunmaktadır. Bu temel unsur olguların tarihsel kökenine bakmanın gerekliliğidir, böylece olguların maddi ön koşulları kavranabilir. Ollman’ın deyimiyle bugünden düne gitmek!

Devlet mekanizması sermaye birikim sürecinde nasıl bir yerde durmaktadır? Bertell Ollman’a göre devlet mekanizmasını bir baskı aracı olarak tanımlamak doğru ama yeterli bir tanımlama değildir. Ollman, kapitalist sistem geliştikçe devletin erkinin yeni rollere bürünmek zorunda olduğunu belirtti. 1980 sonrası dönemde devletin aldığı biçime baktığımızda sermaye ile yeni bir ilişki içerisine girmiştir. Aslında devletin görünen yüzü ile gerçek yüzü arasındaki esrarlı perde görece ortadan kalkmıştır. Yeni dönemde devletin sermaye ile bir bütünün parçası olduğu gerçeği daha net görünmektedir. Devletin görünen yüzüne baktığımızda karşımıza “kamu” olarak çıkmaktadır. Fakat kâr oranlarının düştüğü bir ortamda veya Ollman’ın deyimiyle “suların çekilmesiyle çıplak olanların daha net ortaya çıkacağı” durumda devlet erkinin sermaye birikimi açısından anlamı daha net anlaşılacaktır.

Teori ile pratik arasında nasıl bir ilişki bulunmaktadır? Bertell Ollman’ın konuşma başlıklarından bir diğeri ise strateji ile taktik arasındaki temel farklılıkları açıklamasıydı. Bu konuyu açıklarken Marx’ın kendi döneminden örnekler verdi. Bertell Ollman’a göre Marx daha çok strateji konuları üzerine çalıştı, taktik konusunda oldukça az çalışmasının olduğunu belirtti. Verdiği bir örnekte Marx’a Hollanda’dan gelen bir mektupta nasıl bir mücadele tarzı yürütecekleri sorusu sorulduğunu, Marx'ın bu konuda fikir belirtmenin zor olacağını, çünkü Hollanda'da yapılan mücadele konusunda bilgisinin az olduğunu ama yapılması gerekenin en temel sorunlar üzerinde durmak olduğunu belirtmiştir. Örneğin Karadeniz’de yapılacak mücadele HES mücadelesidir, Mersin’de Nükleer Santrale Hayır mücadelesi, İzmir’de Taşeronlaşmaya Hayır mücadelesi, İzmir Müzisyenler Derneği’nin Sigortasız Çalışmaya karşı mücadelesi, Ankara Dikmen Vadisi halkının Barınma Hakkı talebidir. Bu listenin farklılaşmasının temel nedenleri kapitalizmin eşitsiz gelişimi, her bölgenin farklı toplumsal yapısıdır…

2008 yılında yaşanan ve bugün etkileri devam eden kriz hakkında ne söylenebilir? Bertell Ollman yaşanan son krizin diğer krizlerden oldukça farklı olduğunu söyledi. Yaşanan krizin nedenini son birkaç yılda yaşanan değişim ve dönüşümlere bakılarak anlatmak mümkün değildir. Bundan kaynaklı Ollman her kriz gibi bu krizin de tarihsel bir süreç içinde diyalektik yöntem aracılığıyla açıklanabileceğini belirtti. Olgulara diyalektik bir ilişki kurulmadan bakıldığında krizin nedenleri ile sonuçları büyük ihtimalle yer değiştirmektedir. Bertell Ollman yaşanan birçok krizin eksik tüketim, aşırı üretim gibi görüngülerle ortaya çıktığını belirtti (her ne hikmetse salonda yer alan bazı arkadaşlar Ollman’ın yaşadığımız krizleri aşırı üretim ve eksik tüketim gibi nedenlere bağladığını anlamış). Marx’a göre gerçek ile görüngü aynı şey olsaydı bilime gerek kalmazdı. Bertell Ollman bu noktanın üzerinde durarak, ardından Marx’tan alıntı yaparak krizin nedenleri ile sonuçlarının birbirine karıştırıldığını belirtti (salondaki bazı arkadaşlarımız bu noktayı kaçırmış. Ollman Marx’ın kriz kuramı üzerine yaptığı çalışmasının yakın zamanda biteceğinin haberini verdi). Bertell Ollman ayrıca krizlerden kurtulmanın tek yolunun krizi yaratan nedenlerin ortadan kaldırılması gerektiğini belirtti (Ayrıntılı olarak özel mülkiyet mevzusu üzerinde durdu).

Kapitalizmin gelişmişlik açısından geldiği noktaya bakıldığında yaşadığımız krizden kurtulması neden mümkün değildir? (Günümüzde ekonominin konusu olmayan alanları düşündüğümde bu söylem bana oldukça iddialı geldi). Ollman bu sorusunu şu nedenlere bağladı;
  • Canlı emeğin oransal olarak üretim sürecindeki payının azalması, yedek işçi ordusunun büyümesi,
  • Otomasyon,
  • Bilgisayarlaşma,
  • E-ticaret,
  • Offshore (kıyı ötesileşme),
  • Out-sourcing (başka ülkelerde taşeronlaşma),
  • Değersizleşme,
Ollman, yukarıda tanımlanan nedenlerden kaynaklı olarak, gelinen noktada kapitalizmin kendi sonuna doğru büyük bir hızla yaklaştığını belirtti. Bundan dolayı yaşadığımız krizin nihai bir kriz olduğu, bu noktada Rosa Luxemburg’un “ya barbarlık, ya sosyalizm!” tespitine katıldığını belirtti.

Kapitalizmde planlı üretim yapılabilir mi? Ollman her kapitalistin kendi içinde planlı üretim yaptığını ama kapitalist sistem bir bütün olarak düşünüldüğünde planlı üretimin mümkün olmadığını belirtti. Bunun temel nedeni sermayenin içkin özelliği olan büyüme hırsının olmasıdır. Örneğin rekabet olgusunu tek başına ele aldığımızda bir kapitalistin kendi başına yaptığı planlamanın bütün içinde çok da bir anlamı bulunmamaktadır.

Krizin yarattığı olanaklar nedir? Ollman’a göre kriz dönemleri işçi sınıfının bilince varması, safların netleşmesi, muğlâk tanımların ortadan kalkması ve işçi sınıfı partilerinin kitleselleşmesine önemli katkılar sunduğunu belirtti. Tabi burada taktik ve stratejinin önemini unutmamak gerekir. Bertell Ollman’ a göre, iş aramak zorunda olan işini yitirme korkusuna sahip olan herkes işçi sınıfına dahildir.

Kapitalizm madem bu kadar kötü bir durumda alternatifini nasıl oluşturacağız? İşçi sınıfının kurtuluşu Marx’ın belirttiği gibi kendi eseri olacaktır. İşçi sınıfının partisi devrim için temel yapı taşıdır. Partinin kendisini işçi sınıfıyla ete kemiğe büründürmesi gerektiğini belirten Ollman bunun için parti kadrolarının Marksizm'i iyice kavraması gerektiğini sıkça vurguladı. Günümüzde işçi sınıfı partilerinde diyalektiğin yeterince anlaşılamamış olması nedeniyle partinin işçi sınıfı adına politika üretmekte son derece yetersiz kaldığını belirtti.

Kapitalist toplumda sosyalizm ve komünizm görüngülerini görmek mümkün müdür? Bertell Ollman’a göre gelişmiş kapitalist toplumda sosyalizm ve komünizm görüngüleri oldukça fazladır. Önemli olan bunu topluma anlatabilecek yol ve yöntemin oluşturulmasıdır. İşçi sınıfının önemli bir birikime sahip olduğunu vurgulayan Ollman aynı zamanda SSCB, Küba, Şili gibi deneyimlerinden ders çıkarmak gerektiğini belirtti. Ollman ayrıca 1917 Ekim Devrimi döneminde yaşasaydı Bolşevik Partisi’ne üye olacağını belirtti. Ollman bu konuda sol harekete yönelik “geçmişin deneyimlerini genelde olduğu gibi sahipleniyoruz, asıl önemli olan yanlış yapılan şeyleri söyleyerek deneyimi sahiplenmektir” şeklinde eleştiride bulundu. Ollman Diyalektiğin Dansı kitabında yapılması gerekeni şu şekilde ifade etmektedir: “Yaşamın herhangi bir alanında mevcut durumu korumaya yönelik bütün çabalar hüsranla sonuçlanmaya mahkûmdur”. Mevcut kazanımları korumanın tek yolu yeni mevziler elde etmektir.

Bertell Ollman konuşmasına J.P. Sartre’den bir alıntı ve bir hikâye anlatarak bitirdi. “İşçilerin kapitalizmde özgürlüğü yoktur. Tek özgürlükleri işçilerin kendi özgürlüklerini kazanma mücadelesidir ” (J. P. Sartre). Hikâyede ise bir rahip öğrencilerine cevabı evet veya hayır olacak şekilde bir soru soruyor. Öğrenciler verdikleri cevap ne olursa olsun karşılarındaki rahip kafalarına bir adet sopa indiriyor. Öğrencilerden bir tanesi dayanamayıp sopayı rahibin elinden kapıyor. Ollman, bu hikayeden yola çıkarak işçi sınıfının günümüzde yapması gerekenin sopayı eline almak olduğunu söylemiştir.

Bu notlar daha önce okuduğum “Diyalektiğin Dansı” kitabından aldığım notlar ile Bertell Ollman’ın yaptığı konuşma esnasında aldığım notların harmanlanmasıdır.

10 May 2013

Ekonomik Krizler Kuramı - Henryk Grossman

Yazar: Henryk Grossman
Yazılma: 1919
İlk Yayınlanma: 1922
Kaynak: Henryk Grossman ‘Ekonomik Krizler Kuramı’ Bulletin International de l’Académie Polonaise des Sciences et des Lettres. Classe de Philologie. Classe d’Histoire et de Philosophie. I Partie.Les Années 1919, 1920, 1922, Kraków, pp. 285-290;
Yazım/Biçimlendirme: Rick Kuhn, Steve Palmer;
Düzeltme: Steve Palmer;
Copyleft: Internet Archive (marxists.org) 2005. Bu belgenin kopyalanması ve/veya dağıtılması izni Creative Commons Lisansı koşulları altında verilmiştir.
Çeviri Kaynak:http://marxists.org/archive/grossman/1922/crises/index.htm
Çeviri: MEP Çeviri Kolektifi

Bu metin temel Marksist kavramlar için bazı alışılmadık terimler kullanmaktadır:

hausse = boom = canlanma
process of making pay = valorisation process = değerlenme süreci
process of work = labor process = emek süreci
super-production = surplus value = artı değer
super-production of tonnage = overproduction of tonnage = aşırı tonaj üretimi

Dr. HENRYK GROSSMAN: Teorja kryzysów gospodarczych (Ekonomik Krizler Kuramı)
16 Haziran 1919 tarihli buluşma

Kapitalist ekonomi mekanizmasında krizler, belirli değerde olan belirli miktardaki ( m ) malın bu mekanizmanın sınırları içerisinde satılamaması durumunda oluşur. Krizlere ilişkin sunulan mesele, krizleri koşullandıran etkenleri belirlemek ve özellikle krizlerin var olan ekonomik düzenin tam da doğasından mı kaynakladığının, veya önemsiz ve tesadüfi etkilerden mi kaynaklandığının aslını anlamaktan oluşuyor. Yüzyılı aşkın bir sonuçsuz tartışma süreci, sadece kuramsal düşüncelere dayandırıldığı içindir ki, problemin bir çok araştırmacısını tarihsel yöntemi denemeye teşvik etmiştir: kuramsal açıklamanın anahtarı deneyimin gerçekliğinin mümkün olduğunca ayrıntılandırılmış açıklamalarında aranmıştır. Bu eğilime karşıt olarak, bu satırların yazarı saf deneyciliğin –konuyla ilgisi olmayan deneyler- terkedilmesi ve mantıksal yapıların denenmesi gerektiği düşüncesindedir. Kütlelerin düşüşünü araştıran bir fizikçinin havanın tesadüfi ve dışsal etkilerini dışlama arzusu içinde kütlelerin boşluktaki düşüşünü yapay olarak yaratılmış koşullar altında incelediği gibi; krizlerin, incelenen ekonomik düzeneğin özünden mi kaynaklandığı sorusu da, bu düzeneği dış piyasaların karıştırıcı etkiler içeren düşüncelerinden bağımsız kıldığımız anda ve bu krizleri kendisi için varolmuş gibi, sanki boşluktaymışçasına incelediğimiz anda açıklanabilir. Yöntembilimsel düşüncelerin dışında, bu pozisyon ayrıca bir hipotezin sadece içsel özelliklerinin tarafsız bir analiziyle önerilir. Bu hipotez, kapitalist düzeneğin sınırları içerisinde yıllık üretimin toplam değerini satmanın imkansızlığını kurarken, kapitalist olmayan yabancı pazarların varlığını 'artı değer'in (m) gerçekleşmesi için vazgeçilmez bir koşul olarak görür. Yabancı pazarlar hipotezi kurgusal çözümlere yol açtığından, öncesinde m 'nin gerçekleşmesinin kapitalist düzenek içerisinde yer almaya bağlı olduğu varsayılmalıdır, ve daha ileri bir inceleme bu gerçekleşmenin olası olduğu koşulları saptamaya kalkışır. Ücretli emeğe dayalı bir ekonomik sistemdeki toplumsal üretimin kırılmış zinciri şematik olarak şu şekilde gösterilebilir: Üreticiler üretime yatırım yapar, yıl boyunca, c harfiyle gösterilebilen bir reel sermaye miktarı - üretimin araçları, binalar, ham maddeler vb. gibi - ve bu sermaye toplamına ek olarak v harfiyle gösterilebilen işçilerin ücret giderleri vardır ve böylece P = c + v + p yıllık üretimini elde ederler, burada p elde etmedikleri takdirde üretime devam etmeyecekleri ortalama kâr miktarını göstermektedir. Basitleştirmek adına, sermayenin bir yıllık üretim boyunca bütünüyle kullanıldığını ve gelecek yıldaki üretimin kesintiye uğramaması için yıllık olarak yenilenmesi gerektiğini kabul edelim. c = 4000, v = 1000, P = 6000 olduğunu kabul edersek p için 1000 elde ederiz. Yukarıdaki varsayıma göre kapitalist, P = 6000 değerinden, reel sermayenin ( c ) yenilenmesi için hesaptan 4000 düşmekle yükümlüdür, böylece kalan ortak gelir miktarı v = 1000 işçilerin elinde ve p = 1000 işverenlerin elinde olacak şekilde 2000'dir. Doğrudan geliri olan bu iki sınıfın dışında başka sınıfların olmadığını varsayıyoruz: avukatlar, doktorlar, sanatçılar, memurlar, vb. gibilerin gelirleri yukarıda belirtilen iki temel sınıfın herhangi birisinin gelirleri altında gruplanabilir. Eğer kapitalist p değerini tümüyle tüketirse, toplumsal üretim yıldan yıla aynı çizgi üzerinde devam edecektir, bu durumda biz doğrudan yeniden üretimle (çn. basit yeniden üretim) karşı karşıyayızdır. Fakat deneyimler bize yeniden üretimin büyüdüğünü göstermektedir, bunun anlamı üreticilerin p 'nin sadece bir parçasını tüketmesi durumunda (örneğin 600 birim tüketsin ve bu tüketilen miktarı k olarak adlandıralım, halbuki p kârının kalan kısmı 400 birimdir, ve bunu da birikimin katsayısı ( m ) olarak adlandıralım) gelinen nokta, üretim araçlarının genişletilmesi olarak hizmet eder. Deneyimler üretim ölçeğindeki genişlemenin periyodik sapmalar (pertübrasyonlar) şeklinde gerçekleştiğini göstermektedir. m olarak temsil edilen miktar pazarda müşteri bulduğu sürece ekonomik mekanizma bir canlanma periyodu içinde olur; bu periyodu, arta kalan m ’nin talep yetersizliğinden ötürü, üreticiler tarafından tüketilemediği zamanda aşağı yukarı düzenli aralıklarla durgunluk dönemleri izler. Diğer soru şudur: hangi şartlar altında m =400 gerçekleşmesi mümkündür ve bunu kim gerçekleştirir? İşçiler değil, çünkü onların satın alımları v =1000 şeklindeki gelirlerinin sınırları içerisinde hareket etmelidir. Kapitalistler değil, k =600 miktarıyla ifade ettiğimiz kapitalistlerin tüketim fonu halihazırda tükenmiştir. Ortak gelir v + p 2000 olduğunda, tüketimin ortak fonu v + k 1600 olur. O zaman kim kalan m 'yi gerçekleştirir? Sorun, gördüğümüz gibi, niceliğin biridir, ve birazdan göstereceğimiz gibi kimi kuramlar sorunu çözmeye yönelik sadece çaba göstermiştir. Tüketiciler olarak ne işçiler ne de işverenler - soyut toplumumuzda başka bir sınıf da yok - m 'nin alıcıları olamaz, bundan şu sonuç çıkar ki sadece üreticiler olarak işverenler alıcılar olabilir, bunun anlamı: artı-değer m üreticilerin kendileri tarafından üretim araçlarının genişletilmesi için kullanılmalıdır. Burada sorunun çekirdeğine ulaşmış bulunuyoruz. Bir kriz plansız birikimin sonucudur. Üretim araçlarında herhangi bir genişleme sadece, herhangi bir karışıklığa yol açmadan, birikime yönelik m katsayısının tam olarak şu tanımlı oranlara bölünmesi durumunda olabilir: 1) Ortak üretimin farklı dalları arasında (üretim araçları üretimi alanı, tüketim için mal üretimi alanı, vb.) 2) Her alt dal altında sermayenin c : v bileşen parçaları arasında. Üretici güçlerin orantılı dağıtımı kuramının başlangıcı J. B. Say'a dayanır, kendisi, gel gelelim , analizinin başlangıç noktası olarak bağımsız üreticilerin emeğine dayanan kapitalizm öncesi sistemi almaktadır, kapitalist krizleri açıklayamaz. Karl Marx bu fikrin kapitalist sistemde uygulamasının çözümlemesi için ilk olarak çalışandı, ancak çalışmasını bitiremedi. Doğru matematiksel biçim ancak , birikmiş sermayenin dağılımı olarak formülce verilen oranlar gözlendiğinde birikimin sonsuza kadar kriz olmadan süreklileşebileceğine dikkat çeken Otto Bauer (1913) ve Profesör Tugan Baranowsky (1901) tarafından formüle edilmiştir. Krizlere, aslına bakarsak, formül tarafından talep edilen oranları gözlemlemek için hiç kimsenin dert edinmediği durumlar neden olmuştur. Bununla birlikte fiyatlardaki ve ücretlerdeki dalgalanmalar nedeniyle, bozulmuş dengenin otomatik olarak yeniden tesis edilişi ve üretim araçlarının teori tarafından zorunlu kılınan oranlara göre yeniden düzenlenmesi ardıl olarak gerçekleşir, çünkü sırasıyla yüksek ücretler ve düşük fiyatlar yüzünden kapitalist kâr azalır ve birikimin hızı yavaşlar, bu durum üretim araçlarının kısıtlanmasına neden olur. Buna karşın düşük ücretler veya yüksek fiyatlar olduğu zaman, üreticinin kârı büyür ve bununla birlikte üretim araçları da büyür. Bu noktada kabul gören öğretinin düşünceler zinciri kırılır. Herkner daha 1892 yılında sözde 'ücretler yasası'nın aldatmaya eğimli bir düzenleyici olduğunu vurgulamıştı. Aslında, burada tartışılan otomatik düzenleme teorisinin gerçek dayanağı deneyimlerle uyumlu değildir. Tröstler tarafından uygulanan üretim politikası bize talep ve fiyatlardaki bir artışın, üretim araçlarını geliştirmekten ziyade kısıtlayacağını öğretir, eğer fiyatlardaki bir artış tröstler için daha yüksek kârları güvence altına alıyorsa bunu genişletilmiş üretimle sağlayacaklardır. Koşullar, fiyatların düşmesi durumunda benzerdir. Üretim araçlarındaki bozulmuş oranın otomatik olarak yeniden tesisi sorunu yoktur. Almanya'da aşırı tonaj üretimi, krizleri açığa çıkarmış ve tarifelerin 1892-1895 döneminde ve 1909'da tekrar düşürülmesi tonaj üretiminde herhangi bir kısıtlamaya yol açmamış, ancak, aksine, genişlemesine yol açmıştır, çünkü yeni daha büyük türdeki gemilerin üretilmesine karar verilmiştir. Düşük tarifeler e rağmen bu yeni gemiler, kendi ekonomik yapımlarına borçlu olarak, kârlı çalışmışlardır. Yeni türde gemilerin ortaya çıkması eskilerin değer yitirmesine neden olmuştur: eskilerin sahipleri iflas etmiş, kârlı çalışamamışlardır. Fakat yeni alıcılar bu gemileri oldukça ucuza satın almış, değerlenme için yeni bir temel elde etmişlerdir. Şimdi eski gemiler bile çalışırken kâr ediyor. Sonuç şudur: 'aşırı tonaj üretimi'ne karşın, yeni gemiler yapılmıştır. Üretimin araçları, kısıtlanmak yerine, genişlemiştir. Kriz, yine de, geçmiştir! Kısıtlanan şudur - gemilerin değeri. Kriz, bu durumda, üretimin gerçek araçlarının bir kısıtlaması değil, ama fiyatlar ve değerler için geçerliliği kabul edilmiş sistemdeki bir arızadır, ve onun yeni bir düzeyde tekrar örgütlenmesidir.

Yukarıdaki örnek kesin olarak göstermektedir ki, incelediğimiz problemde bu ekonomik olgunun iki yanını ayırt etmeliyiz: değer ve değer için fiziksel temel. Ve şimdi incelememizi kabul edilen öğretinin durakladığı noktaya taşıyabiliriz. Sermayenin birikiminde sadece belirli bir oran gözlendiğinde krizler imkansızdır savı ileri sürülüp, matematiksel kesinlikle kanıtlanabilirse, bu tür bir akıl yürütmeye itiraz edilemez. Ama şunu sorabiliriz: oran denilen, birikmiş sermayenin dağıtımında gözlemlenmesi gerekli olan şey nedir? Sermayenin oransal dağılımı değeriyle mi, yoksa gerçek kütlesinin niceliğiyle mi ölçülmektedir? Örneğin, bu gemilerin değeri midir yoksa tonaj büyüklükleri midir? Bu soru, üretici güçlerin oransal dağılımı problemi için oldukça önemlidir ve şimdiye değin hiç ortaya konulmamıştır. Kapitalist yeniden üretim süreci, öyle görünüyor ki, her iki türde oranı talep ediyor. Değer ile ölçülen sermayenin dağılımındaki belirli bir oran, değer yaratma süreci (üretimin sonundaki ve başındaki değerdeki farklılıktan elde edilen kâr sağlama süreci) olarak kapitalist üretim süreci içerisinde kaçınılmazdır. Ancak üretim süreci aynı zamanda teknik bir emek gücü sürecidir. Emek sürecinde etkin olan değer değildir, etkin olan her bir belirli çalışma dalının (el emeği, makinelerin kullanımı, vb.) teknik gelişimine bağlı olarak birbirleriyle kesin surette teknik ilişkiler içerisinde olan üretimin gerçek ve kişisel etkenleridir. Sadece iki oran da, yani değerlenme sürecindeki sermaye oranı ve teknik emek gücü sürecindeki sermaye oranı, birbirlerinin karşılığı olsaydı, bir başka deyişle aynı hatlarda ilerliyor olsalardı, krizler imkansız olacaktı. Ama gördüğümüz üzere bu böyle değil. Değerlenme sürecindeki sermaye birikimi hareketlerinin büyüklüğü (değer ile ölçülmektedir), emek sürecindeki sermaye birikimi hareketlerinin büyüklüğünden (üretim araçlarının gerçek kütlesiyle ölçülmektedir) farklıdır. İki büyüklük birbiriyle karşılaşıyor. İki hareket arasındaki anlaşma sadece rastlantısal olabilir, ve orantısızlıkları, incelenen ekonomik düzende sürekli ve kaçınılmaz bir görüngüdür, bu orantısızlık ekonomik düzenin özündeki çifte karakterden (bir tarafta değerlenme süreci, diğer tarafta emek süreci olan) kaynaklanmaktadır. Bir tarafta işverenlerin iflası, diğer tarafta işçi kitlelerinin işsizliği sadece bunalım dönemlerinde değil, ayrıca ekonomik yaşamımızın sürekli bir semptomu olarak tamamen gelişmiş bütün aşamalarda da karşımıza çıkar. Aksine, en büyük bunalım dönemlerinde bile birikim süreci, genişleme, hiç durmaz. Bunalım dönemini bir hausse (canlanma)'dan ayıran nitelik değil, sadece niceliktir, bozulma görüngüsünün daha yoğun olmasıdır. Bu yoğunlaşmanın dönemsel oluşunun nedeni, bu bozulmanın uzun bir zaman dönemine eşit dağılmayışının ve fakat belirli zamanlarda önceki döngülerden daha geniş döngüleri kapsamasının nedeni ise ekonomik krizlerin incelenmesinde ikincil bir problemdir.

1 Nis 2013

21 Şub 2013

Değer Yasası Dizisi

Bu yazılar Kapitalism101 blogunda yayınlanan The Law of Value - The Series videolarının yazılarının çevirisidir. Videolar için altyazılar da oluşturulmuştur, blog yazarı tarafından (Brendan Cooney) videolara eklenmiştir. İlgili yazılar içerisinde videoları da altyazıyla birlikte izleyebilirsiniz. Altyazı yüklenmezse "Captions" kısmından yükleyebilirsiniz. Ayrıca aşağıdaki yazıları PDF olarak edinmek isterseniz lütfen tıklayın.

Değer Yasası 10: Değer ve Fiyat


[Bu, benim devam eden Değer Yasası serimin 10. videosu. Tartışmalı bir konu... Bakalım insanlar benim girişimim hakkında ne düşünecekler.]


Burada bir yo-yo var. Parçaların ve bütününün bir saatte yapıldığını düşünelim. Ve burada, bir çanta yüksek fruktozlu jelibon var. Bunların yirmi dakikada yapıldığını düşünelim. Farklı emek içeriyor olmalarına rağmen, her ikisi de 5 dolara satılırsa ne olur? Bu durum Marx'ın değer teorisi için büyük bir sorun olmaz mıydı?

İnsanlar değer/fiyat hakkında kafa yorduklarında fiyat ve değerin her zaman aynı olmadığı meselesini sonlandırırlar. Ah! Değer ve fiyatın özdeş olmaması Marx'ın ve bütün radikal siyasetlerin sonu mu?
Umarım değildir. Buna rağmen, bizim değer ve fiyat olarak iki farklı kavramımızın olmasının nedeni ikisinin aynı şeyler olmamasıdır. Önemli olan bunlar arasındaki ilişkidir. Bu iki kavram arasındaki ilişki kapitalist üretim ve mübadelenin içkin mekanizmasını açıklamaktadır. Değer ve fiyat aynı olsaydı ne kadar emeğin bir metada somutlaştığını ve toplumların talebini karşılamak için ne seviyede ürüne gerek duyduğumuzu biz kendiliğimizden bilirdik. Fakat biz zaten tüm bunları bilmiş olsaydık, o halde değere, fiyata veya bu iş için bir pazara bile ihtiyaç duymazdık. Biz sadece her şeyi bir bilgisayarda planlayabilirdik.

Ama bizim planlı bir ekonomimiz yok. Toplum için kaç tane yo-yo ve jelibon üretmek gerekir? Her biri için toplumun emek zamanının ne kadarı gereklidir? Kimse bilmiyor! Ve kapitalist, plastik ve ip satın alıp, yo-yo yapımcılarını işe aldığında ne kadar kâr edeceğini bilmez. Ve biz dükkâna gittiğimizde yo-yo ve jelibonlarda ne kadar emek olduğunu göremeyiz! Bütün bu kararlar fiyat göstergeleri dalgalanmaları aracılığıyla gerçekleşmelidir.  Bu dalgalanmalar, emeğin disiplini ve bölüştürülmesi için üretim üzerinde yeniden etkide bulunur.

Disiplin ve Bölüştürme

Biz emeğin 'disipline edilmiş' olduğunu söylerken, Joe Shmoe'un jelibon üretim bandında ortalama bir üretkenlik düzeyinde çalışmaya zorlandığını kastederiz.  Üretim bölümünde O, makinenin hızı ve patronu tarafından zorlanır. Ama makine ve patronu, jelibon üretimindeki toplumsal olarak gerekli emek zamanı (TGEZ) düşürmek için piyasadaki rekabet tarafından zorlanır. (‘Toplumsal olarak gerekli emek zamanı’ videoma bakınız)

Biz emeğin 'bölüştürüldüğünü’ söylerken, kaç kişinin jelibon fabrikasında çalıştığından veya kaçının yo-yo fabrikasında çalıştığından vb. söz ediyoruz. Diğer bir deyişle, iş bölümünden söz ediyoruz.
İş bölümü ve TGEZ neyin üretileceğine, ne kadar üretileceğine ve bu metalar arasındaki değerin ne olduğuna karar verir.

Ancak kapitalizm için özgün olan şey; emeğin bu disipline etme ve bölüştürülme işinin, emeğin gerçekleştirilmesinden hemen sonra olmasıdır.  Fiyat göstergeleri daha sonra gelecekteki emeği etkileyen geçmiş emek üzerine yargılardır. (‘Üretim ve Mübadele’ videoma bakınız) Emek ürünleri üretimden ayrılır, dolaşıma girer ve daha sonra gelecekteki üretim için girdi olurken sürekli bir bilgi geribildirim döngüsü vardır.

Üretim ve Mübadele

Şu önemli ilkeyi bilmezsek, bu geribildirim döngüsü karmaşık olabilir: “Değer mübadelede yaratılamaz.”

Bunu bir kez anlarsanız, neredeyse her şey yerine oturmuş olur. Değer üretimde insan emeği ile üretilir. Nihai değerlerle meta şeklini alır. Metalar fiyat edindikleri pazara girerler. Bazen bu fiyatlar kendi değerlerinin üzerinde olur. Bazen de altında. Bu göstergeler, emeğin disipline edilmesi ve bölüşümü için, üretime tekrar etki eder. Böylece kapitalist toplumda emeğin muazzam, karmaşık iş bölümü, metalar arasındaki değer ilişkileri ile düzenlenir.

Çünkü değer mübadelede yaratılamaz, bunun anlamı metaların mübadelesinin toplamı sıfır olan bir oyun olmasıdır. Eğer bazı metalar değerinin üstünde satılıyorsa, diğerlerinin altında satılması gerekir. Sadece metaların sahiplerini değiştirme süreci yoluyla değerde toplamda bir artış olmaz. Yeni değerin olması için yeni emek olmalıdır.

Fiyatın salt bireylerin takaslarından, öznel etkenlerin çarpışmasından meydana geldiği, tümüyle üretim sürecinden soyutlandığı neoklasik kuramın aksine; Marksist değer ve fiyat teorisi bu görüngüleri doğrudan, kapitalist işbölümü aracılığıyla toplumun kendini yeniden üretme ihtiyacına bağlar.

Değer, Fiyat ve Para

Yo-yo'lar üzerlerinde "1 saatlik emek" yazısı ile dolaşmazlar. Biz sadece yo-yo'ların para biçiminde fiyatları yoluyla toplumsal değerini biliriz. Bu, bizim fiyat 'değerin şekline bürünmüş' halidir dediğimizde kastettiğimiz şeydir. Bu, değerin yeryüzünde aldığı gözle görünür, somut şeklidir. Biz, emekçiler arasındaki ilişkileri sadece metaların mübadele oranları aracılığıyla görürüz. Para tüm metaların tanrısıdır. O, tüm diğer metaların kendi değerlerini ölçtükleri tek metadır. Böylece fiyat mübadele değerinin çok özel bir türüdür. Fiyatlar, değerleri soyut olarak temsil eder. Onlar, soyut emeğin ölçütüdür. (‘Soyut Emek’ videoma bakınız)

Böylece jelibonun fiyatı kendi değerinin üstüne çıktığında, bu jelibonun değerinden daha fazla paraya hükmettiği anlamına gelir, yani mübadelede üretimde gerekli olandan daha fazla soyut emeğe hükmetmiştir.

Eğer değer mübadelede yaratılamıyorsa, bu üretilmiş toplam değer miktarının her zaman bu metaların toplam fiyatlarına eşit olduğu anlamına gelir. Ama tekil değerler ve fiyatlar, fiyat mekanizmasının emeği disipline etmesi ve bölüştürmesi için, birbirinden ayrılabilir ve ayrılmalıdır.

Arz ve Talep

Fiyatların değerlerden sapmasının ana nedenlerinden biri arz ve talebin sürekli dalgalanmasıdır.  Sermaye emek üretkenliğinde köklü değişiklikler yaptıkça değerler değişir, üretim ve fiyatlar değişir, talep ve arzda dalgalanmalar olur.  Jelibon için talep arzdan daha yüksekse, jelibonların fiyatı değerini aşar, mübadelede daha çok soyut emeğe hükmeder ve bu, arzı taleple aynı düzeye getirmek için emeğin bir yeniden bölüşümünü tetikler.

Bir tekel veya oligopol durumunda ise arz yapay olarak düşük tutulur, böylece fiyatlar artar ve tekelciler ekstra kâr elde ederler.

Eğer Yo-yo, jelibonlar ve diğer tüm malların arz ve talepleri sihirle dengelenseydi, fiyatlar değerlerle eşdeğerde olurdu. (Yani eğer biz ürünlerin fiyatlarından soyutlama yapıyorsak.) Ama durum bu olsaydı, fiyata çok da ihtiyaç duymazdık. Biz otomatik olarak talep ettiğimiz herhangi bir şeyin içinde ne kadar emek girdisinin olduğunu bilirdik ve herşeyi, piyasa olmaksızın, sadece bir bilgisayarla düzenleyebilirdik.

Marx'ın Yöntemine Ek Not

Bazen insanlar kârın eşitsiz mübadeleden geldiğini düşünürler. Bu, bireyler için doğru olabilir ama bütün olarak bir toplum için değildir, çünkü değer mübadele sırasında yaratılamaz. Bir kişinin kaybı diğerinin kazancıdır. Toplumun kârında toplam bir artışın olması için, artı değer için işçilerin sömürülmesi gerekir. İşçilerin sömürüsünden elde edilen artı değer ile eşitsiz mübadeleden doğan yalıtılmış bireysel kârları karıştırmamak için, Marx bize sıklıkla değerler = fiyatlar farzetmemizi önerir. Bu basitleştirme bizim artı değerin kökenini daha kolay görmemizi sağlar.

Bu, Marx'ın aslında fiyatların her zaman değere eşit olduğunu veya hatta uzun vadede bu duruma doğru yöneldiğini düşündüğü anlamına gelmez. Aslında o tam tersini söyler: arz ve talep nadiren birbirini karşılar ve fiyatlar ve değerler nadiren aynı olur.

Marx'ın artı değer hakkındaki savı ve onun diğer vargılarının hepsi, değerler fiyata denk olsa da olmasa da bütünüyle geçerlidir. Bazen insanlar değer-fiyat farklılaşmalarına işaret ederek, bir şekilde artı değer teorisini çürüttüklerini düşünürler. Ama bu bir hatadır. Çünkü artı değer teorisi, değerlerin her zaman fiyatlara eşit olmasını gerektirmez.

Gözden geçirme:

Devam etmeden önce şimdiye kadar ele aldığımız ana noktaları gözden geçirmeliyiz: Değer mübadele sırasında yaratılamaz, yalnızca dolaştırılır ve mübadele edilir. Para değerin ölçüsüdür. Eğer bir meta değeri üstünde satılırsa bu onun mübadelede içinde somutlanan emekten daha fazla emeğe hükmettiğini söylemekle aynıdır.

Değerin Bileşenleri

Ben bir yo-yo fabrikasına gitmedim ama yo-yoların etrafına ip saran insanların montaj hattını kafamda canlandırıyorum. Muhtemelen plastiklerin kalıplara döküldüğü başka bir oda vardır. Ama bu bir yo-yonun içerdiği tüm emek değildir. Bu işlerden herhangi biri başlamadan önce, malzemeler satın alınmalıdır: ip, plastik, kalıp, boya. Ve bu girdilerin tümü dünyanın başka yerlerindeki geçmiş emek süreçlerinden gelir. Her emek sürecinin Marx'ın "canlı emek" olarak adlandırdığı yeni, faal emek ve Marx'ın "ölü emek" olarak adlandırdığı geçmiş emek girdileri vardır.

Ölü emek değer yaratamaz. İp ve plastik gibi satın alınan girdilerin maliyeti yo-yoların ürün fiyatlarına eklenir, ama bu işten yeni hiçbir değer doğmaz, çünkü o zaten sarfedilmiş emektir.

Canlı emek yeni bir değer yaratır. İşçi ücretinin karşılığında bir değer yaratır böylece kapitalist tekrar yatırım yapar. İşçi aynı zamanda kapitalist için de artı-emek gerçekleştirir. Bu artı değerdir.

Günün başında kapitalist, girdiler ve ücretler için para harcar. Bu onun üretim maliyetidir. Eğer, O, yarın da yo-yo yapmaya devam etmek istiyorsa, yarınki girdiler ve ücretler için yeteri kadar para kazanmış olması gerekir. Dolayısıyla fiyatlar doğası gereği sistemin kendini yeniden üretmesi ihtiyacına bağlıdır. O aynı zamanda yatırım için bir teşvike de ihtiyaç duyar: Bu kârdır. Böylece fiyatlar doğası gereği sermayenin emeği sömürme ihtiyacına bağlıdır.

Kapitalist artı değer için hiçbir şey harcamaz. Bu onun işçiden bedavaya elde ettiği birşeydir. Sömürü olarak adlandırılması bu yüzdendir. Ama kapitalistlerin kendi mallarını satarak elde ettiği kâr, ürettikleri artı değere her zaman eşit olmaz. Yo-yoların fiyatları kendi değerlerinin üzerine çıkarsa, daha sonra satıldıklarında, kapitalistin kârı üründeki artı değerden daha yüksek olur! Artı değer mübadelede aktarılır.

Fiyat ve değerin eşit olmadıklarını söyleyerek başladım çünkü onlar farklı kavramlardı. Şimdi, artı-değer ve kârın her zaman eşit olmadığını çünkü onların da farklı kavramları temsil ettiklerini ekleyebiliriz. Artı değer sadece üretimde oluşturulabilir ancak mübadelede yeniden dağıtılabilir.

Eğer bir kapitalistin kârı üretimde oluşturduğu artı değerden daha yüksek ise biz buna "süper-kâr" diyoruz. TGEZ ile ilgili olan videoda tartıştığımız gibi, süper-kâr kapitalist bir ekonominin ana güdüleyici gücüdür. Onlar yeniliğe zorlar ve yatırımı cazip kılar. Onlar kapitalist rekabetin gerekli bir parçasıdır.

Üretim fiyatları

Şimdi eğer gerçekten mübadelede dağıtılan artı değerden söz etmek istiyorsanız, o zaman üretim fiyatlarından söz etmek zorundasınız.

Bir muamma ile başlar:

Diyelim ki jelibonlar girdilerdeki bütün ölü emeğe kıyasla canlı emeğin sadece küçük bir kısmını alır. Aslında bir sürü şeker, mısır şurubu ve boya satın alırsınız ve makineler bu şekeri fasulyeler şeklindeki şekerlere dönüştürürken, fabrikada bazı düğmelere basması için birini işe alırsınız. Ama diyelim ki yo-yolar nispeten çok daha fazla emek ister. Biraz plastik ve ip satın alırsınız ve daha sonra plastik kalıpları yapmak ve yo-yoları boyamak için insanları işe almak zorunda kalırsınız ve yo-yoların toplarını sarmanın ne kadar sürdüğünü de unutmayalım… Yani iki endüstrinin de ölü emeğe oranla farklı canlı emek oranları vardır.

Yo-yo fabrikasında daha yüksek oranda canlı emek bulunduğundan, bizler (sömürüyü eşit oranda varsayarak) yo-yo fabrikasının jelibon fabrikasından daha fazla artı değer üretmesi gerektiğini kabul edebiliriz.  Daha fazla işçi; daha fazla değer, daha fazla artı değer demektir. Biz yo-yo fabrikasının daha kârlı olmasını bekleriz.

Ama Ortalama Kârlar olarak adlandırılan bir görüngü de var. Bu, muammanın başladığı yer. Eğer sermaye, herhangi bir endüstride yatırım yapmakta, en yüksek kâr arayışı içerisinde hareket etmekte serbest ise, bu durum kâr oranlarını dengeleme eğilimine neden olur. Jelibon yapımcıları, kâr marjlarını kesintiye uğratarak, yo-yo endüstrisine yatırım yapmaya başlar. Sermaye bir endüstriden diğerine akar. Arz ve talep değişir. Fiyatlar değişir. Sonunda, sermayenin serbest akışını varsayarak, jelibon yapımcıları ve yo-yo yapımcıları aynı ortalama orandaki kârın tadını çıkarır.

Şimdi muammayı görüyorsunuz. Bir endüstri diğerinden daha fazla artı değer üretir ancak aynı oranda kâr elde ederler. BU NASIL OLABİLİR?

Eğer biz değerin ve artı değerin mübadelede yaratılamayacağını hatırlarsak, o zaman muammayı kolayca çözebiliriz. Öncelikle aşağıdaki iki ilkeyi not edelim:
1. Toplam fiyatlar toplam değerlere eşittir.
2. Toplam artı değer toplam kâra eşittir.

Ve bizim bilmecenin yanıtı şudur: artı değer, kapitalistler arasında ortalama bir kâr oranı oluşturmak için yeniden dağıtılır. Bu yeterince basit görünüyor olmalı çünkü mübadelede değerin yeniden dağılımını daha önce tartıştık.

Kapitalist artı değeri nasıl dağıtır? Birbirlerine posta ile mi gönderirler? Hayır. Bu yeniden dağıtım işini fiyatlar yapar. Bazı metaların fiyatları düşer, diğerlerinin yükselir ve böylece kapitalist mübadelede kâr oranlarını eşitleyecek biçimde artı değeri kazanır ve kaybeder.  Bu şekilde artı değer bireysel kapitalistin mülkiyeti olmaktan çok, kapitalist sınıfı ortak çıkarları olan emek sömürüsünde birleştirerek, bütün olarak kapitalist sınıfın mülkiyeti olur. Bu yeni fiyatları, ortalama bir kâr oranı oluşturmak için yeniden dağıtılan fiyatları, Marx "Üretim Fiyatları" olarak adlandırır.

Üretim fiyatları düzenli olarak değerden sapar ancak onlar değerlerle doğrudan ilişkilidir. Yaratılan artı değerin toplam düzeyi, bu yeni üretim fiyatlarını oluşturmak için yeniden dağıtılabilen değer miktarını belirler. Buna ek olarak, ortalama bir kâr oranına doğru eğilim, sadece bir eğilimdir. Arz ve talep gibi, kâr oranları da dalgalanır, asla dengelenmez.

Yöntem üzerine bir başka not

Fiyatı tartışırken aklımızda tutmamız gereken farklı etmenler olduğunu gördük.

Eğer kâr oranlarının eşitliği yoksa ve arz ve talep dengeli ise o zaman bizler fiyat = değer diyebiliriz.

Eğer kâr oranlarının mükemmel eşitliğini ve arz ve talebin dengede olduğunu varsayıyorsak, o zaman bizler fiyat = üretim fiyatları diyebiliriz.

Biz sonrasında arz ve talebin üretim fiyatları etrafında dalgalanmasına izin verirsek, piyasa fiyatlarını elde etmiş oluruz.

Bazen Marx sadece değerden söz eder, bazen üretim fiyatlarından söz eder ve bazen de piyasa fiyatından söz eder. Bunlar soyutlamanın üç farklı düzeyidir. İnsanlar tarafından yapılan birçok hata, mevcut durumda soyutlamanın hangi düzeyinin tartışıldığına dikkat etmemekten yapılır. Bohm-Bawerk, örneğin, bir yerde Marx'ın değer = fiyat ama başka bir yerde üretim fiyatları = fiyat demesinden şikâyet etmişti. O, Marx'ın kendisiyle çeliştiğini düşünmüştü. Ama Bohm-Bawerk Marx'ı biraz daha dikkatli okumakla ilgilenmiş olsaydı, Marx'ın analizlerinin pek çok soyutlama düzeyinde yer aldığını anlardı ve biz ne olup bittiğini anlamak istiyorsak, her zaman bu düzeyleri akılda tutmalıyız.

Bizler değer, üretim fiyatı veya piyasa fiyatından söz etsek de, Marx'ın sömürü, kriz ve kapitalist toplumun diğer bütün karşıtlıkları hakkındaki esas vargılarının hala geçerli olduğunu aklımızda tutmalıyız. Soyutlamanın düzeyi ne olursa olsun, değer mübadelede yaratılamaz ve artı değer yalnızca işçi sınıfının sömürüsünden elde edilebilir.

Sonuç

Biz sadece Marx'ın, kapitalist iş bölümü ve sınıf ilişkilerinin yeniden üretiminin meta mübadelesiyle düzenlenmesinin oldukça sağlam ve pratik bir açıklamasını yaptığı sonucuna varabiliriz. Kesinlikle konu hakkında söylenecek çok daha fazla şey ve incelenecek bir dizi anlaşmazlık var. WordPress blogumda, sizi bu konu hakkında daha fazla bilgi ve kaynağa yönlendirecek dipnotlar ve referanslar bulabilirsiniz.

Ve şimdi Marx'ın fiyat teorisinin, onun Neoklasik eleştirmenlerinden nasıl köklü bir biçimde farklı olduğunu görebiliriz. Neoklasik ekonomi için fiyat; bütün faydaların maksimize edildiği yerde dengenin, sükûnet halinin bir yansımasıdır.  Marx fiyat oluşumunu, kapitalistler işçileri kendi rakiplerinden daha fazla sömürmek için yarışırken ve böylece toplumun teknolojik temelini durmaksızın kökünden değiştirirken, daha da büyük bir süreç olan değer biçimlenmesi ve dağıtımı sürecinin bir parçası olan aralıksız dalgalanma süreci olarak tanımlamıştır.

Marx'ın fiyat teorisinden biz hemen kapitalist kriz teorisine geçebiliriz. Bir ortalama kâr oranının, değeri endüstriler arasında yeniden dağıtma eğiliminden dolayı, firmaları gittikçe makinelere daha fazla ve işçilere daha az harcamalarından alıkoymanın bir yolu yoktur.  Aslında süper kâr için yarış, kapitalistleri gerekli emek zamanı azaltmak için, işçileri daha üretken yapmak amacıyla makinelere daha fazla harcamaya zorlar. Bu, birey olarak kapitalistler kendi süper-kârlarını arttırmak için yarışırken, bütün bu zamanda ekonominin ortalama kârının bir bütün olarak düşmesi anlamına gelir. Kapitalist sınıf gittikçe artan yatırımlardan gittikçe azalan getiri oranlarıyla karşılaşırken, işçi kendisini gittikçe daha büyük bir makine kitlesiyle karşı karşıya bulur. Kriz için doğru bir zaman!

Dipnotlar: Aslında bu daha çok terimler ve konular sözlüğü gibidir.

Değer: Marx'ın terimleri esnek bir özelliğe sahiptir.  Farklı yerlerde daha fazla veya daha az şey ifade etmek için esner veya daralır. Bu Marx'ın şeyleri (ve süreçleri) sadece ilişkisel olarak anlamış olmasındandır. Şeylerin sadece diğer şeylerle ilişkili olmasıyla anlamı vardır. Değer, kapitalist toplumsal ilişkilerin tam merkezinde olması dolayısıyla, özellikle esnek bir terimdir. Marx "değer" dediğinde, bazen metaların mübadele değerinden, bazen meta haline gelen emekten, bazen de kapitalist topluma özgü toplumsal ilişkiler biçiminden söz ediyor. Değer teorisini anlamak; belirli bir bağlamda, değerin hangi belirli yönünden söz edildiğinin farkında olmamızı gerektirir. Marx'ın terimlerinin esnekliği hakkında daha fazla bilgi için Bertell Ollman'ın "Diyalektiğin Dansı" kitabına bakınız.

Nitelik-Nicelik: Değer teorisinin nitel ve nicel boyutları vardır. Bu bir toplumsal ilişkiler kuramıdır. Sermaye ve emek gibi kategorileri sadece içerik seviyesinde ele alan seleflerinin aksine, Marx bu şeylerin piyasa toplumunda aldığı biçimleri ile ilgilenmektedir.  Böyle bir toplumda değer ilişkileri biçimini alırlar ve bunlar belli kanunlar içerir, fetişizm, vb... gibi belirli toplumsal ilişkileri işaret eder. Değer teorisinin bütün bu niteliksel yönleri, birçok yönden, antikapitalist politikaların radikal zorluklarına dair bir kavrayışı formüle etmek için Marx'ın kuramının anlaşılması gereken en can alıcı yönleridir.

Ama değer teorisinin de değer-fiyat boyutuna baktığımızda ön plana çıkan niceliksel bir boyutu vardır. 20. yüzyılda, Marx'ın değer teorisinin niceliksel tarafı ile ilgili içsel tutarsız birşey olduğuna dair ısrarlı efsaneden dolayı, Marksistler, teorinin sadece niteliksel yönlerine odaklanarak bu niceliksel yönlerden uzak durmaya teşebbüs eden yaklaşımlar geliştirmek yerine; kendilerini değer teorisinin niceliksel yönlerinden uzak tutmaya kalkıştılar. Bu artık gereksizdir, benim Dönüşüm Sorunu üzerine videoma bakınız.

Dolaylı Toplumsal: Marx, emeği örgütlemenin bu özgün yoluna "dolaylı toplumsal" adını verir. Çeşitli şeylerin üretimine ne kadar emeğin harcanmasına karar verdiğimiz yerde bazı tür planları işletmek yerine, bizim emeğimiz piyasanın fiyat bildirimleri aracılığıyla dolaylı olarak dağıtılır. Özel emeği gerçekleştiririz. Emeği gerçekleştirdiğimizde, bu emek toplumsal emek değildir. Sadece, çalışmayı bitirdikten sonra emeğimizin ürünleri pazara girdiğinde, emeğimiz toplumsal hale gelir. Pazarda, emeğimizin toplumsal olarak yararlı olup olmadığını ve ortalama etkinlik seviyesinde gerçekleştirilip gerçekleştirimediğini anlarız. Isaac Rubin'in Dolaylı Toplumsal emekle ilgili burada iyi bir tartışması vardır.

Değere el koyma: Burjuva teorisi genellikle üretim faktörleri getirileri düşüncesinde, değere el koyma ile değeri yaratmayı birbirine karıştırır. Bir burjuva iktisatçı, bir toprak sahibinin kendi toprağından rant elde etmesinin toprağın değer ürettiği anlamına geldiğini ifade edebilir. Ama Marx'ın sisteminde sadece insan emeği değer üretebilir. Bir toprak sahibinin elde ettiği rant değere el koymadır. Değer başka bir yerde oluşturulur ve toprak sahibi ona el koyar. (Rant teorisi çok daha karmaşıktır, fakat bu ayrı bir konu) Veya riskin değeri oluşturduğunu duyabiliriz. Bu riskli girişimler, risk almayı cesaretlendirmek için daha büyük potansiyel ödüllere ihtiyaç duyuyor olabilirdi. Ama bir yatırımda büyük para ödülü elde etme (el konulan değer)  ve gerçekte değer yaratma arasında bir fark vardır.

Para: Marx parayı, kavramsal olarak emek zamanın cisimleşmesi olarak görür. Marx, bu teoriyi doğrudan kendisinin meta teorisinden oluşturur.  Metaların hem kullanım değeri hem de mübadele değeri vardır. Kullanım değeri metanın özel bir boyutudur, her nesneye ve onun çeşitli kullanımlarına özgüdür.  Mübadele değeri metanın evrensel, soyut boyutudur. Bu bir meta ve diğer bütün metalar arasındaki anlamsız niceliksel ilişkilerdir. Bu, sayılardır; nitelikler değil. Bu, kullanım ve mübadele değeri ayrımına yol açar. Mübadele değeri kendini para biçiminde metadan ayırırken, kullanım değeri metanın fiziki biçimi olarak kalır. Para, diğer bütün metaların karşısında kendilerini ölçtükleri bir meta haline gelir. Böyle olunca da, o değerin evrensel ölçüsü ve soyut emeğin evrensel ölçüsüdür. Marx'ın para teorisi, paranın meta olmayan biçiminin evrimleşmesi için yeterince tarihsel ve sağlam olmakla birlikte, soyut düzeyde para analizini para metasına (genellikle altın) dayandırır.  Para, değerini emek ürünü olduğu gerçeğinden alır.  Paranın kendisi kullanım değeri ve mübadele değeriyle bir metadır. Fakat onun para olarak kullanılması diğer metaların değerini ölçmede onun amacı haline gelir, bu paranın bazı özgül niteliklere sahip olmasına yol açar.  Bu dizide gelecekteki bir videoda, para konusunu daha derinlikli araştıracağım. Para ile ilgili okunacak en iyi şey, Marx'ın “Ekonomi Politiğin Eleştirisi"dir.

Eşitlikler: Marx bir bütün olarak iktisatta doğru olacak üç eşitliği oldukça iyi ele aldı: 1. toplam değer, toplam fiyata eşittir; 2. toplam artı değer, toplam kâra eşittir. 3. kârın değer oranının toplamı, kârın para oranının toplamına eşittir. Bu konu Marx'ın Kapitali'nin 3. cildinin 2. kısmında tartışılmaktadır.

Organik Bileşim: Değişmez semayenin değişir sermayeye oranına sermayenin organik bileşimi denir ve C/V olarak ifade edilir. Bir bütün olarak toplumdaki organik bileşimin daha yüksek olması, daha düşük bir kâr oranı demektir. Bu Marx'ın Kapital'inin 3. cildinin 8. bölümünde tartışılmaktadır.

Üretim fiyatları: Eğer kapitalistler değişmez sermayenin değişir sermayeye oranı ne olursa olsun, bir ortalama kâr oranı elde ediyorlarsa, nasıl üretim fiyatları iş bölümünü hala düzenleyebilmektedir? Ücretler ve artı değer metaların fiyatlarında içerildiği için, üretim fiyatları hala emek tahsis etmektedir. Ama evet, bu tahsisat ortalama kâr oranının olmadığı bir dünyada olduğu kadar pürüzsüz olmaz. Aslında biz zaten kapitalizmde kapitalistlerin işçileri makineler ile değiştirme yönünde sistematik bir eğilimleri olduğunu biliyoruz. Bu, geriye kalan işçilerin üretkenliğini arttırır, dolayısıyla kapitalistlerin, toplumsal olarak gerekli emek zamanın altında üretmelerini sağlar, böylece mübadelede süper-kârlar elde ederler. Üretim fiyatları, kapitalistlerin, daha düşük bir bireysel kâr oranıyla üretim yaptıkları için cezalandırılmadan, üretimi otomatize etmelerine izin verir.  Ama eğer şirketler gittikçe daha çok işçiyi makinelerle değiştirirlerse, o halde bütün bu makinelerin maliyetine oranla gittikçe daha az artı değer üretilir.  Bu bir bütün olarak ekonomide Kâr Oranlarının Düşmesine yol açar. Kapital'in 3. cildinde Marx'ın Üretim Fiyatlarının tartışmasından hemen Kâr Oranlarının Düşmesi teorisine geçmesinin nedeni budur.  Kâr oranlarının düşme eğilimi, tıpkı şu an içinde olduğumuz gibi, krize yol açabilir. Kâr oranı sadece yeterli miktarda sermaye değeri (üretim maliyetleri: işçiler, girdiler/hammaddeler) yok edildiğinde veya tekrar değerlendiğinde yenilenir/düzelir. Kâr Oranlarının Düşmesi videoma veya Kliman'ı ele aldığım yazılardan herhangi birine bakınız.

Girdi ve Çıktı fiyatları: Üretim fiyatları altında girdi ve çıktı fiyatlarını kuramlaştırmanın uygun yolu hakkında Marksistler arasında tartışma vardır. Kısacası, bazıları girdi fiyatlarının kapitaliste asıl gerçek maliyetlerinde değerlenmemesini, fakat onun bu girdileri yenilemek için gereken maliyetle değerlenmesini savunurlar. Buna girdilerin “yeniden üretim fiyatı” denir. Bunun arkasındaki mantık, girdilerin fiyatlarının yükselmesi durumunda, eğer üretime yarın tekrar devam edeceksem, ürünümü daha fazlası için satmam gerekmesidir. Bu, girdi fiyatlarının, çıktı fiyatlarını karşılamak için, geçmişe dönük olarak yeniden değerlendiği sabit bir dengeye yol açar.  Ama bu girdi ve çıktı fiyatlarını eşit tutma süreci dönüşüm sorununa ve bu problemin çeşitli kısmi çözümlerine yol açar. Buna karşılık Ardışık Tekil Sistem Yorumu (TSSI) bu girdi fiyatlarının çıktı fiyatları ile eşit olarak yeniden değerlenmemesini ama onun yerine çıktı fiyatlarının zaten geçilmiş olan periyodun değil, bir sonraki periyodun girdi fiyatlarını oluşturan bir zamansal süreci savunur. Girdilerin kendi 'yeniden üretim' fiyatlarında değerlenmesi yerine, TSSI ahalisi onları 'üretim öncesi yeniden üretim fiyatı' ile değerlendirir. Bu; girdinin üretime girmeden önceki “yeniden üretim fiyatıdır”. (Daha fazlası için Kliman'ın “Reclaiming Marx Capital“ makalesine bakınız.)

Dönüşüm Sorunu: Kısaca: Marx, üretim fiyatlarını biçimlendirmek için değerin mübadelede nasıl yeniden dağıtıldığını gösterdi. Bunu yapmak için de, kendi değerlerinden satın alınan girdilerin ürün fiyatlarına dönüştürüldüğü basit bir sayısal örnek ileri sürdü. Ama gerçek dünyada, kendisini eleştirenler, "girdiler ürün fiyatlarında satın alınırdı, değerlerinde değil!", diye ağladı. Denge teorisine göre girdi fiyatları ile çıktı fiyatları aynı olmak zorunda olduğu için (yukarıdaki Girdi ve Çıktı Fiyatları kısmına bakınız), bütün bunları çözmek için süslü bir matematik vardı. Netice: toplam fiyatlar ve toplam değerler artık birbirlerine eşit değildir. Ayrıca değer ve ürün fiyatı iki ayrı sistem içine ayrıldı ve aralarındaki ilişkinin ne olduğu açık değildi. Ardışık Tekil Sistem Yorumu (TSSI)'nun yanıtı ürünün çıktı fiyatlarının, bir önceki periyodun değil, bir sonraki periyodun girdi ürün fiyatları olduğunu söylemektir. Bu, dönüşümdeki matematiksel tutarsızlığı giderir ve ayrıca değerleri ve fiyatları, birbirleriyle metafiziksel olarak alakalı iki ayrı sistem olarak tutmak yerine, aynı sistemin bir parçası olarak tutar. Bu konu hakkında okunabilecek kitap Andrew Kliman'ın “Marx'ın Kapitali'ine iade-i itibar; Tutarsızlık Efsanesini Çürütmek".
Kendi garip yöntemimle bir kaç yıl önce konuyla ilgili bir video yaptım.

Soyutlama Düzeyleri: Marksistler değer kuramında soyutlama düzeylerini farklı şekilde kullanırlar. Bu sıklıkla dönüşüm probleminin geliştiği tuhaf yol nedeniyledir. Dönüşüm probleminin geleneksel yorumlaması değer ve üretim fiyatını, ilişkileri gelişigüzel bir şekilde matematiksel olarak dayatılan iki farklı sisteme ayırır.  Değerin bir şekilde üretim fiyatlarını belirlediği görülür ve sonrasında pazar fiyatları bu üretim fiyatları çevresindeki dalgalanmalar olarak görülür. Ardışık Tekil Sistem Yorumu (“Temporal Single System Interpretation”, TSSI) konuyla ilgili farklı bir tavır takındı. Görünen o ki, değer mübadelede yaratılır ama piyasa fiyatlarına satılır. Bu piyasa fiyatları girdileri, ürünlere ve çıktılara dönüştürür. Üretim fiyatları, piyasa fiyatlarının kendisine doğru çektiği eğilimsel fiyatlardır. Eleştirmenler TSSI'ın değer ve fiyat arasındaki önemli kuramsal ayrımları sildiğini ve sadece fiyatı geçmiş fiyatlar aracılığıyla açıkladığını iddia eder.  Ama TSSI, onun saçma metafizik aracılığıyla kesildiğini ve girdiler ve çıktıların bir zamansal, dalgalanan ekonomiyle ilişkili olduğu pratik bir yolun ayrıntılarıyla planlandığını iddia eder. TSSI'ın bu soyutlama düzeylerini anlayışındaki merkez nokta Marx'ın "fiyat değerin görünüm biçimidir" açıklamasıdır (veya daha kesin bir biçimde birinci cilt üçüncü bölümden "Değer ölçüsü olarak para, metalarda içkin değer ölçüsünün, yani emek-zamanın zorunlu görünüş biçimidir.") Böylece değer, fiyatların kulaklara fısıldandığı bir çeşit metafiziksel sistem içerisinde varolamaz. Bunun yerine, o değer olarak görünür ve yukarıda anlatılan yöntemlerle mübadelede dönüştürülür.

Neoklasik İktisat: Eğer neoklasik ortodoksluğun iyi bir eleştirisini arıyorsanız, bu konuda okumak için bir çok şey var. Okumak için o kadar çok şey olmasının nedeni ortodoks iktisadın gerçek dünyayla küçük bir alakası olmasıyla beraber tümüyle sis ve aynalardan ibaret, koca bir din olmasıdır. Benim videolarımı izlemek için çok fazla şey bilen izleyiciler, ilk olarak, bu videoda Pierro Sraffa'nın yüzünü bazı burjuva grup çekimlerinin içine fırlattığımı farkedeceklerdir.  Sraffa bir neoklasik iktisatçı değildir ve aslında neoklasik ortodoksluğun oldukça yararlı çok sayıda eleştirisinin mesuliyeti kendisine aittir. (Sraffacıların eleştirilerinin güzel bir özeti için Steve Keen'in "Ekonominin Kirli Çamaşırları"na bakınız). Yani Sraffa'yı bu kategori içine almam, benim için yanlış olur. Diğer taraftan, Sraffacılar hala, değerin ve fiyatın genel denge analizi aracılığıyla modellenmesinde ısrar ettikleri için Marx'ın dönüşüm yönteminde içsel bir tutarsızlık olduğunu öne sürüyorlar. Birçok 20. yüzyıl Marksistleri de Marx'ın Sraffacı eleştirisinden etkilenmiştir. Bu yaklaşımdaki birkaç sorunun iyi bir eleştirisi için Alan Freeman'ın "Walrasçı Marksizmin Psikopatolojisi” adlı müthiş makalesine bakınız. Freeman'ın bu makalesi, bir çoğu denge ekonomisine dair iyi eleştiriler içeren müthiş ve oldukça pahalı makaleler cildinde bulunur. Ben ayrıca Mark Linder'in "Anti-Samuelson"unu olduğu kadar Simon Clarke'ın hakkında burada da yazdığım "Marx, Marjinalizm ve Sosyoloji" yazılarını da beğeniyorum.

Değer ve Fiyat Üzerine Okuma Önerileri:

Kapital. 3. Cilt  Karl Marx. özellikle 10. bölüm

Değer, Ürün Fiyatı ve Piyasa Fiyatı Alan Freeman - Ana konuları oldukça iyi, kısa ve özlü şekilde ortaya koyan çok kısa bir makale.

Guglielmo Carchedi tarafından bir TSSI bakış açısıyla yazılan Politik Ekonominin Sınırları değer fiyat ilişkisinin oldukça sağlam bir açıklamasıdır.

Nicholas Howard tarafından yazılan Marx'ın Fiyat Teorisi ve Onun Modern Rakipleri kitabı son dönemlerde yayınlanan, konu hakkında benim ortaya koyduğuma karşı alternatif bir pozisyon alan (en azından birkaç noktada) bir kitaptır. Howard, TSSI halkından farklı olarak girdi fiyatlarının ve dönüşüm sorununun farklı bir görünümünü ele alır ve TSSI ve "Yeni Yorum" bu kitaptaki eleştiri konularıdır. Kitapta aynı zamanda, neoklasik Keynesçi ve Sraffacı fiyat kuramlarının oldukça kapsamlı bir eleştirisi vardır.

I.I. Rubin tarafından yazılan Marx'ın Değer Teorisi Makaleleri , kitabının çoğu değer kuramının daha nitelikli yönlerine adanmış olsa da, ürün fiyatı ve piyasa fiyatı konularını da içine alır. Rubin'in yaklaşımı hala bana bir denge çerçevesinde çamura saplanmış gibi görünse de kitabın bütünüyle harika olduğunu düşünüyorum.