19 Şub 2013

Değer Yasası 8: Özne/Nesne


Marx'ın değer teorisine karşı çıkılan daha yaygın itirazlardan biri - en azından burada sanal ortamın teorik boşluğunda - subjektif değer teorisi tarafından ortaya atılan itirazdır. Her ne kadar bu modern itirazlar çoğu kez üstünkörü ve basit tonda olsa da, bunlar bir hayli eski tartışmanın yankılarıdır. Marksistlerle Avusturyalı iktisatçıların 1800'lerin sonu 1900'lerin başlarında gerçekleştirmiş olduğu tartışmalar kadar geriye gitmektedir. Bohn-Bawerk ve Mises gibi Avusturyalı düşünürler serbest piyasa ve özel mülkiyetin sâdık savunucularıydılar, kapitalizmi insan özgürlüğünün nihai ifadesi olarak görüyorlardı. Marx'ın ekonomiye dair fikirlerinin devrimci meydan okumasına karşı, alternatif bir iktisat bakışı geliştirdiler. Buna göre ekonomik değer insan emeği ile değil bireylerin subjektif değer biçmeleriyle belirlenmekteydi.

Avusturyalılar kendi teorilerini marjinal fayda teorisi olarak da bilinen Subjektif Değer Teorisi (SDT) olarak isimlendirdiler ve Marx'ın teorisine de Objektif Değer Teorisi dediler. Marx'ın kendisi teorisini tanımlamak için hiçbir zaman bu tür bir dil kullanmadı, çünkü böylesine basit ikili karşıtlık, teorisini birçok ince ayrıntı ve derinliğinden yoksun bırakabilirdi. Buna rağmen, Marx'ın savunucuları bu ikili karşıtlığı, Marx'ın olduğu varsayılan "objektif" değer teorisini sâdık şekilde savunarak sıklıkla kabul etmişlerdir. Biz gerçekten Marx'ın değer teorisini anlamak istiyorsak, bundan daha derini deşmeye ihtiyacımız var.

İlk olarak, değer teorisi ile ilgili bu tartışma, günümüz kriz ve politik çalkantı dönemlerinde çok ta acil olmayan tamamen akademik bir konu olarak görülebilir. Ancak değer teorisi, herhangi bir kapitalizm teorisinin merkezinde yer almaktadır ve bu nedenle eğer kapitalizmin krizini anlamak istiyorsak tartışmak son derece yerindedir. Subjektif-Objektif tartışması fiyatların nasıl kuramlaştırıldığıyla ilgili akademik bir kavgadan daha fazlasıdır. Dünyaya iki rakip bakışla ilgili bir tartışmadır, biri kapitalizmi derinlemesine savunan, diğeri radikal olarak onu eleştiren.

Her ne kadar ana akım neo-klasik iktisat, Avusturya okulunun özellikle aşırı kapitalist savunusundan kendini uzak gibi görmekteyse de, ikisi de Marjinal Fayda Teorisinde ortak kökeni paylaşmaktadır (1). Bu ekonomik kriz, kendi modellerine uymayan ekonomik kriz karşısında ideologlar geveledikleri, dilleri sürçtüğü, marjinal fayda teorisi gibi pek çok temel teorilerini tartışmaya açtıkları için ana akım iktisadın mutlak iflasını gün yüzüne çıkardı. Bu krizde, egemen ideolojinin başarısızlğını anlamak önemlidir, böylece ne için savaştığımızı ve kendi hareketimizde bu hataları nasıl tekrar etmeyeceğimizi bilebiliriz. Bu nedenle, ekonomiye subjektif veya marjinalist yaklaşımın temel başarısızlıklarından bazılarını sergileyen bu videoda biraz zaman harcamamız gerekecek.

Tüm ideolojilerin kutsal sözü “burada işler böyle yürür”. İktisat profesörleri ve sağcı âlimler bu deyimi kullanmayı severler. Fabrikalar kapandığında, bize "burada işler böyle yürür" derler. İnsanlar yoksul olduğunda ve kötü koşullarda yaşadığında, bize piyasada işlerin böyle yürüdüğü ve yoksulların kendisi dışında kimsenin suçlanamayacağı söylenir. Bu savı öne sürmektedirler; çünkü onların piyasa teorileri, subjektif değer teorisine dayanır. Eğer ekonomik değer, Marjinal Fayda teorisinin iddia ettiği gibi subjektifse, o zaman piyasa isteklerimiz için sadece bir takas merkezidir. Rekabet eden subjektifliklerimizin mümkün olan en iyi organizasyonunu sağlamak için, kıtlık ile ihtiyaç ve tüketimleri ayarlayan geniş, bilinçsiz, demokratik bir ağ olarak hizmet vermektedir. Bu piyasa sürecinin sonuçları eleştirilemez; çünkü o sadece, bizim isteklerimizin kendiliğinden oluşan sonucudur. Bir şeyler yanlış gidiyorsa suçlayacak kimse yoktur. Sorumluluk milyonlarca birey arasında dağıtılmıştır. Avusturyalı bakış açısına göre eleştirebileceğimiz tek şey; birlikler, toplumsal hareketler veya hükümet gibi bu piyasa sürecine müdahalede bulunmaya çalışanlardır.

Eğer değer tamamen subjektifse, sömürü teorisine de sahip olamayız. Toplumsal ürünün; işçilerin ücretleri, kapitalistlerin kârı ve toprak sahiplerinin rantı şeklinde bölünmesi bu toplumsal sınıfların gücü ile açıklanamaz. Bunun yerine, işçiler ve kapitalistler tarafından serbest sözleşme yaparken alınan subjektif kararlara ilişkin girdilerin kıtlığı gibi, tamamen teknik faktörlerin sonucu olarak görülmektedir. Sınıflar teorisi yerine, elimizde piyasada hepsi eşit olarak görünen salt bireylerin teorisi bulunuyor. Ve bireylerin her zaman subjektif değerleri olduğu için, subjektivistler kapitalizmin evrensel insan karakterinin ifadesi olduğunu ve değişime tabi belirli tarihsel bir biçim olmadığını öne sürebilmektedirler.

Kısıtlı ücretimizi harcamak için bir bakkal dükkânına gidip Coca Cola ve Pepsi arasından seçim yapacağımız zaman bu kesinlikle doğrudur. Ama eğer bu türde bir seçim insan özgürlüğünün en son ufkuysa, o halde biz insan soyu olarak gerçekten çok fazla şey başaramamışız demektir. Subjektivistler; kendilerini Kola ve Pepsi arasında seçim yapma şeklindeki tüketici davranışının karmaşık modelleri ile meşgul ederlerken, bu seçimlerin üzerinde hiçbir tercihimizin olmadığı daha büyük kurumsal düzenlemeler bağlamında oluştuğu gerçeğini gözden kaçırıyorlar.  İşte, Marx'ın ilgilendiği bu daha büyük yapılardır: özel mülkiyet, ücretli-emek, meta mübadelesi ve değer yasası. Marx'a göre piyasa bizim üzerimizde egemenlik kuran kör iktisat yasalarının olduğu bir yerdir. Orada özneler güçsüzdür ve orada para ve metalar gibi nesneler toplumsal güçlerle doludur. Bugün, bu ekonomik kriz karşısında dünyadaki en güçlü insanların ve devletlerin çaresizce debelendiğini izlerken hepimiz bu gerçeğin oldukça farkındayız. Değer Yasası insanlara emreder, insanlar boyun eğer.

Açıklığa Kavuşturma Noktası

Büyük karmaşa, "değer" sözcüğünün farklı anlamlarda kullanılması gerçeğinden gelmektedir. Bazı insanlar, sen ve ben alışverişe gittiğimizde kişisel değer kararı verdiğimiz için bu kararlar metaların değerinin kaynağı olmalı diye düşünüyor. Ama kafamızda yarattığımız kişisel değer kararları metaların değerlerinin mübadelesindekiyle aynı şey değildir. Metaların diğer metalarla mübadelesini sağlayan niceliksel oranlarda mübadele değerleri vardır. İnsanlar ölçülebilir veya niceliksel olmayan değer kararları verebilirler.  Sırf iki görüngü için aynı sözcüğü kullanmamız hiçbir şekilde ikisinin aynı şey olduğu veya ikisi arasında herhangi bir ilişki olduğu anlamına gelmez. Bu bağlantı kanıtlanmalı. Birçok mantıksal hata aynı kelimenin bu iki kullanımı arasında ayrım yapmayan kişiler tarafından yapılıyor. Bu insanlardan biri olmayın!

SDT mübadele değerlerini, sadece tüketicilerin psikolojik güdülerinin subjektif teorisi aracılığıyla anlayabileceğimizi savunur. Bunu yapma girişimi ölümcül şekilde kusurludur, asılsız varsayımlar, bayağı soyutlamalar ve dolambaçlı mantıkla doludur. Bu sorunlardan bazılarına göz atalım.

Subjektivist Boşluk veya Perdenin Arkasındakine Dikkat Etmeme

Subjektivist Adası'na hoş geldiniz. Burada Eugene yaşamaktadır, bizim mutlu ada barbarımız. Eugene her gün tercihlerde bulunur. Zamanını çadırını kurma, balık tutma veya sırtüstü yüzme alıştırmaları için harcamaya karar verir. O, bilhassa sırtüstü yüzmeden hoşlanır; ama ada çevresinde birçok turdan sonra bıkkınlık gelir ve balık tutma ve çadır kurmayı tercih etmeye başlar. Faydasını maksimize etme niyetiyle, Eugene kâğıt ve kalem bulur ve kendi kendine tercih ölçeği yapar. Böylece her gün 3 faaliyet için tahsis edeceği tam oranları hesaplar. Bu tercih ölçeğini el üstünde tutar çünkü bu onun özgürlüğünün kaynağıdır. Tıpkı her gün cebinizde taşıdığınız tercih ölçeği gibi... Bir tane taşıyorsunuz değil mi? (2)

Tamam, şimdi birçoğumuzun cebinde bir tercih ölçeği taşımadığı gerçeğini bir yana koyarsak, daha büyük bir sorun var: Subjektivistler, Eugene ve Subjektivist Adası ile ilgili bu küçük hikâyenin modern kapitalist toplumun işleyişini anlamak için bilmeniz gereken her şey olduğuna sizi inandırmak ister. Gariptir, daha sonra, tercihler teorimize ulaşmak için aslında tüm kapitalizmi, tüm toplumu göz ardı etmeliydik. Eleştirel düşündüğümüzde, bu soyutlamada burnumuza kötü kokular geldiğinden şüphelenmeye başlayabiliriz. Bu koku bir ideolojik soyutlamanın kötü kokusudur. Bu tarz ideolojik soyutlamayı son videoda - Değer Yasası 7'de- tartışmıştık. Fakat burada da birkaç noktayı gözden geçirelim.



Egemen ideolojinin amacı şeylerin mevcut düzeninin evrensel düzenmiş; statüko şeylerin doğal ifadesiymiş, değişmezmiş gibi göstermektir. Ne kadar da uygun, burjuva teorisyenlerimiz için, doğal, evrensel insanımız Eugene, tüm tercihlerinde ve davranışlarında modern kapitalist toplumun tohumlarını içerecek duruma gelmektedir. Sanki zamanın başlangıcından beri her insanın yaptığı her seçimin bizim modern toplumumuzda var olmayı bekleyen doğuştan kapitalist içgüdülerin sadece bir ifadesiymiş gibi.

Ancak, subjektivist teorinin açık ideoloijk temeline dikkati çekmek tek başına yeterli değil. Aynı zamanda bu ideolojik soyutlamanın gayrı meşru olduğunu kanıtlamak zorundayız. Kanıtlayalım. Sadece birkaç dakika sürer.

Subjektivist Adası'nın kıssadan hissesi insan isteklerinin toplumdan bağımsız özel olarak biçimlendiğini düşünmeye yol açar. Ama hiçbir zaman bu şekilde olmamıştır. İstekler öğretilmiştir, toplumsal olarak oluşturulmuştur ve toplumdan bağımsız olarak anlaşılamaz. Subjektivistler bunu nasıl yanıtlıyor? "Evet, arzular inşa edilebilir ama bu ekonominin kapsamı dışındadır bu nedenle onu dikkate almak zorunda değiliz" derler. Aslında bu, modern ekonominin tüm eleştirilerin üstesinden gelme biçimidir: yok sayar ve başka disiplinin konusu olduğunu söyler. Ne kadar da uygun! Bu tıpkı dünyanın yuvarlak olduğu gerçeğini düşünmemek gerektiğini çünkü bunun düz-dünya teorisinin kapsamının ötesinde olduğunu söylemek gibidir.

İsteklerimizi elde etmeye başlama yollarını anlamadan isteklerimizi anlayamayız. Subjektivist Ada soyutlamasının çöktüğü yer burasıdır. Adada Eugene istediği şeyleri almak için doğrudan hareket ederek isteklerini elde eder. Ama bir kapitalist toplumda yaptığımız seçimler bu şekilde değildir. Kapitalizmde, istediğimiz şeyler için harcayacak ücreti alabilmek için bir başkasına emeğimizi satmak zorundayızdır. Tabii ancak ücretimizin büyük kısmını mülk sahibine, mortgage şirketi ve devlete verdikten sonra. Sübjektif değer teorisi bu soyut modelin Subjektivist Adası'ndan geniş ölçekli kapitalist ekonomiye taşınabileceğini kanıtlamak zorundadır. Bunu takas kurgusu aracılığıyla yapar.

Diyelim ki Eugene, bir gün sırtüstü yüzerken, Takas Adası denilen başka bir adayı keşfetmiştir. Burada bütün gün hindistan cevizi kıran Ludwig yaşamaktadır. Her biri kendi tercih ölçeklerinde balık ve hindistan cevizi için faydalarını dikkatlice ölçerek, faydalarını maksimize etmek için hassas mübadele oranlarını hesaplayarak balık ve hindistan cevizi arasında bir mübadele oranıyla sonuçlanan balık ve hindistan cevizi ticaretine karar verirler. "Şimdi," der subjektivist, "bizim soyutlamamızın meşru olduğunu gösterdik ve yalnızca tercih ölçeği bilimi yoluyla mübadele değerlerini açıklayabildik”. Keşke o kadar basit olsaydı.

Farkedebileceğimiz ilk şey Takas Adası'ndaki mübadeleler sadece Eugene ve Ludwig farklı kaynak zenginliklerine sahip olduğu için gerçekleşir. Eğer ikisi de hindistan cevizi ve balığa erişebilseydi, ticaret için bir neden olmayacaktı. Ticaretin sürekli devam etmesi için, ticaret bu farklılıkları yeniden üretmelidir.

Bu şu anlama gelmektedir: kapitalist pazarın işlemesi için, insanların yaşamak amacıyla ihtiyaç duyduklarını almak üzere pazara girmek zorunda oldukları belli mülkiyet ilişkilerinin sabit yeniden üretimi olmalıdır. Özellikle insanların kendi üretim olanaklarından yoksun bırakılmış, ihtiyaç duydukları şeyleri alabilmek amacıyla kendi emeklerini satmak üzere pazara girmeye zorlanmış olmaları gerekir. Bu mülkiyet ilişkisi mübadele yoluyla sürekli yeniden üretilmelidir, böylece her zaman kıtlık olur ve insanlar her zaman pazara bağlı olurlar.

Demek ki, çok sinsi bir şey yapıldığını görebiliriz. Hmmm... Nedir bu?  Yalnızca subjektif tercihlere dayanan bir takas teorisi oluşturmaya çalışıyorduk ki aniden bir anlam ifade edebilmesi için belli tipte bir mülkiyet ilişkisi varsaymamız gerektiğinin farkına vardık. Bu nedenle, mülkiyet ilişkilerini ayrı tutmak ve onlarsız bir mübadele teorisi şekillendirmek imkânsız ve gayrı meşrudur.

Daha da ezici gerçek şu ki kapitalist toplumların takasla yaptıkları hiçbir şey yoktur. İnsanlar diğer ürünlerle doğrudan mübadele edilecek ürünler üretmezler. Biz eşyalarla mübadele edilecek para için üretiriz. Para, tüm iktisadi faaliyetteki aracıdır. Yani mübadele sırasında, balığa karşı hindistan cevizi için subjektif faydamızı ölçüyoruz demek bir anlam ifade etmemektedir. Biz her şeyi paraya karşı ölçeriz. Süpermarkette IPhone'unuzda “Tercih Uygulaması” ile tercih ölçeğinizi hesaplarken, bir ıssız adadaymış gibi soyut olarak sadece balık ve hindistan cevizi için tercihlerinizi hesaba katmıyorsunuz. Ayrıca bu metaların piyasa fiyatlarını da dikkate alıyorsunuz. Bu piyasa fiyatları siz subjektif değer kararınızı vermeden önce zaten vardır.

Oysa problemli olan da budur. Subjektif değerlemelerin fiyatları açıklaması varsayılıyordu, ama şimdi subjektif değer kararlarını açıklamak için fiyatların önceden varlığını varsaymak zorundayız. Büyük karmakarışık bir döngü içinde sıkışmışız gibi görünüyor.
Ve eğer biz her şeyi para için mübadele ediyorsak, paranın bir faydaya sahip olması lazım, değil mi? Ama paranın doğrudan faydası yoktur. Burnunuzu temizlemek için bile iyi değildir. Paranın değeri ne alacağıdır. Ve bu, bizim tercihlerimiz tarafından oluşturulmaz, bunun yerine bu, bütün dünyada milyonlarca pazarın muazzam şekilde birbirinin içine girdiğini yansıtarak tüm diğer metalarla paranın bağlantısını yansıtır. Para için kişisel fayda olan herhangi bir şey yoktur; çünkü paranın değeri hali hazırda bizim kontrolümüz dışındaki güçler tarafından oluşturulmaktadır. (3)

Ve paranın varlığıyla subjektif değer teorisine sunulan daha fazla zorluk bulunmaktadır. Takas Adası'nda Eugene ve Ludwig mübadelelerinden ne elde ettiklerine dair doğrudan bilgiye sahiptirler. Ama bizim dünyamızda önceden her şeyin tam olarak ne kadara mübadele edileceğini bilmiyoruz. Pazarda bir ürün satarken bu üründen elde ettiğimiz gelirle tam olarak hangi ürünleri alabileceğimizi bilmiyoruz. Yüksek derecede belirsizlik var. Ama o kadar çok belirsizlikle, tüm metaların birbiriyle olan kesin fayda ilişkilerini mükemmelce hesapladığımız bu güzel, akılcı tercih ölçeğini nasıl oluşturabiliriz?  Hoş, oluşturamayız. (4)

Mülkiyet ilişkilerini ve üretim ilişkilerini yalıtmaya çalıştığımız her anda bütün bunlar sonunda resme gizlice yeniden giriyormuş gibi görünüyor. Bunun nedeni, insanlar yaşadıkları dünyayı aktif bir şekilde üretirken kapitalizmi herhangi bir insanlar arası toplumsal ilişkiler teorisi olmadan açıklamaya çalışmanın tamamen gayrı meşru olmasıdır. Neyse ki daha iyi bir teorimiz var. Karl Marx'ın teorisi.

Gerçek Dünya'da


Gerçek dünyada - burjuva ekonomisinin kurguları dışında- özneler ve nesnelerin birbirleriyle olan ilişkilerinden ayrı olarak anlamları yoktur. Bir boşluk içinde süzülen subjektif bireyler gibi bir şey yoktur. Yaşadığımız nesnel dünyayla ilişkimiz aracılığıyla öznelliğimizi geliştiririz. Ve nesnel dünya, onu isteklerine göre yönlendirerek, ona anlam vererek dünyayı dönüştüren bireylerden oluşan toplumların eylemlerinden ayrı olarak anlaşılamaz. Özneler ve nesneler her zaman ilişki içinde var olur, anlamlarını bu ilişkiden türetirler.

Subjektivist Adası'nda, özneler değer yargıları üzerine eylemde bulunmadan önce, edilgen düşünme yoluyla bu yargılarını biçimlendiriyormuş gibi görünür; önce yargıya varma, daha sonra eylem. Gerçek dünyada, öznel tercihlerimizi ancak insanların dünyayla ilişki kurduğu ve dünyayı dönüştürdüğü aktif süreçleri anladığımızda anlayabiliriz. İnsanlar doğayı işler. Ağaçları keser, biçer ve evler yaparız. Arabaları yapar ve çalıştırmak için kazıp petrol çıkarırız. Nesnel dünyayı dönüştürürken kendimizi de dönüştürürüz. Dünya üzerinde çalışma tarzlarımız; dünya görüşümüzü, değerlerin türünü, bu dünyada sahip olduğumuz ihtiyaç ve isteklerimizi, bu istekleri gözetme tutumumuzu belirler. Üretmenin bu farklı tarzları tarih boyunca değişmiştir, her tarz çok farklı değer sistemleriyle çok farklı türde toplumlar üretmiştir. Dünyayla ilişkili ve dünyayı değiştiren bu farklı tarzları Marx "üretim tarzları" olarak adlandırmaktadır (5) .

Kapitalizm aşırı derecede eşitsizlik, savaş, sömürü ve istikrarsızlık ile karakterize edilen ilk üretim tarzı değildir. Bu özellikler tüm sınıflı toplumların parçasıdır. Kapitalizme özgü olan bir sınıfın diğeri üzerindeki tahakküm yolunun metalar arası ilişkiler biçimi almış olmasıdır. Bu kapitalizmdeki özellikle benzersiz özne-nesne ilişkisinden, Marx'ın "özne/nesne tersinmesi" olarak söz ettiği şeyden dolayı olmaktadır. Çok geçmeden buna geri döneceğiz.



Özneler, Nesneler ve Fiyatları

Marx'ın değer teorisine itirazlar sıklıkla değer teorisinin piyasa fiyatlarıyla ilişkilenme şekliyle ilgilidir. Eğer değer eşyaları üretmede harcanan emek miktarından geliyorsa, talepteki yükseliş veya düşüşün piyasa fiyatlarını değiştirdiği gerçeğini nasıl açıklayabiliriz? Talebin fiyatları etkilediği gerçeği, subjektif kararlar emek zaman kadar değeri de etkiliyormuş gibi gösterir.

Değer-fiyat ilişkisi sade, düzenli tanımlarla sınırlanacak kadar basit değildir. Daha fazla baktıkça, fiyatların oluşumuna varan toplumsal ilişkiler ağı daha da karmaşıklaşıyor. Değer-fiyat konusu gelecek videoda (Değer Yasası 10 - Fiyat) daha ayrıntılı ele alınacak; ama burada birkaç açıklama sıralanacak. Aslında bu konu hakkında daha önce kişisel emeğin toplumsal emek haline gelme yöntemi hakkında konuştuğumuz Değer Yasası 3'te kısaca bilgi vermiştik (6).

Kişisel emek bir metanın üretimi için bireysel işçinin ayırdığı emek miktarıdır. İşçinin amacı, kişisel emeğinin toplumsal emek haline gelmesi için metasının pazarda satılması ve böylece pazarda tüm diğer metalarla eş tutulması, emeğinin toplumun toplam toplumsal emeğinin bir parçası olmasıdır. Ama bu o kadar kolay değildir. Üretim sadece piyasa göstergelerinin dalgalanmaları aracılığıyla koordine edildiğinden, metaların satılıp satılmayacağı ve özel emeğin toplumsal emek olup olmayacağı daima belirsizdir.

Daha önceki videolarda gördüğümüz gibi, kişisel emeğin toplumsal emek olabilmesi için toplumsal olarak gerekli emek zamanda (TGEZ) üretmesi gerekir. TGEZ, üretkenliğin toplumsal düzeyi bireylerin kişisel emekleri üzerinde onları toplumsal ortalamada çalıştıracak şekilde disiplin altına alarak etkide bulunmanın bir yoludur.  TGEZ'da çalışamayan bireyler ve firmalar iş hayatından çekilirler, tıpkı Amerikalı otomobil işçilerinin diğer ülkelerdeki işletmelerle rekabet yüzünden işlerini kaybetmelerindeki gibi. Emekleri daha kârlı olabilecek diğer alanlara tahsis edildi veya bir daha çalışamadılar. Çoğumuzun bildiği gibi, işini kaybetme ve yeni iş bulma; uzun, zor ve acı veren bir süreçtir. Ama bu rahatsızlıklar piyasayı ilgilendirmemektedir. Piyasa tüm emeğe hesap makinesindeki rakam muamelesi yapmaktadır, isimsiz birimler kâr arayışı sırasında yer değiştirilebilecektir. Kişisel emek ve toplumsal emek arasındaki fark toplumsal plan yokluğunda, piyasanın kör güçleri aracılığıyla emeğin yer değiştirilmesi ve yeniden paylaştırılması mekanizmasıdır. (7)

Şimdi tüm bunlar tanıdık gelmeli. Ama bunun, talep değişiklikleri ve fiyat arasındaki ilişki ile ne ilgisi var? Emeğin yeniden bölüştürülmesi süreci taleplerdeki değişimlerle olur. Tıpkı TGEZda üretilmesi gerektiği gibi, toplum doğru miktarda şeyi üretmek için doğru miktarda emeği bölüştürmelidir, böylece pazar aşırı doygun veya düşük stoklu hale gelmesin. Eğer asansör müziği arzı talebi aşarsa o zaman bu müziğin bir kısmı satılmamış olarak kalacak ve kişisel emeğin bir kısmı toplumsal hale gelemeyecektir. Üreticiler, emeklerini başka yere nakletmeye zorlanacaktır. Emeğin bu bölüştürülmesi fiyatın dalgalanması aracılığıyla olacaktır. [.....] Bu, talebin değeri yarattığı anlamına gelmez. Talep herhangi bir şey yaratmadı. Sadece emeğin tekrar tahsis edilmesi gerektiğini, fiyat göstergeleri aracılığıyla belirtti. Bu, fiyat dalgalanmaları aracılığıyla koordine olan bir toplumda talebin toplumsal emeğin dağılımını nasıl etkilediğidir. Bu dağılım sadece olasıdır; çünkü fiyatlarla emek zaman arasında bir ilişki vardır.

Talebin Daha İleri İncelemesi

Demek ki talebin değeri yaratmaktan ziyade, kişisel ve toplumsal emek arasındaki farkta ifade edilen emeğin yeniden tahsis edilmesinin bir parçası olduğunu gösterebiliriz. Ayrıca analizi daha ileriye götürebilir ve talebin kendisinin kapitalizmde nasıl üretildiğini gösterebiliriz. Subjektivist ada perspektifinden bakıldığında talep; gerçekliği bazı uzaklıklardan, nesnel görüş noktalarından gören özgür, bağımsız zihinlerin üretimiymiş gibi görünmektedir. Ancak gerçekte bizim öznelliğimiz bir üretim tarzının parçasıdır. Bu hiçbir yerde kapitalist üretim tarzında olduğundan daha açık değildir. Kapitalizmde “efektif talep” olarak varsayılan tek talep şekli, alım gücü ile desteklenen taleptir. Tüketici talebi, işçiye ödenen ücretten gelir. Demek ki, ücretli emeği ve sömürüyü anlamadan önce talebi anlayamayız.

Tüketicilerin bu parayla satın aldığı ürünler sadece psikolojik tercihlerinin rastgele sonuçları değildir. Aslında, paramızın çoğu kendimizi çalışan olarak canlı tutmak için ihtiyaç duyduğumuz temel şeyleri satın almaya harcanır: kira, yiyecek, giysi gibi. Böylece her gün kapitalizm için daha çok değer üretebiliriz: (8) Bunlar kapitalizm tarafından, kapitalizmi sürdürmek amacıyla, bize dayatılan istekler ve ihtiyaçlardır, yalıtılmış bireylerin soyut psikolojik tercihleri değildir. (9)

Ancak toplumdaki talebin çoğunluğu tüketicilerden değil kapitalistlerden gelir. Sen ve ben diş fırçası alır ve kira öderiz. Kapitalistler fabrikalar, üretim bantları, doğal kaynaklar ve özel ordular satın alırlar. Bu talebin kapitalistlerin kişisel tercihleriyle ilgisi yoktur. (10) Bunu üretimdeki teknolojik gereksinimlerle, toplumsal olarak gerekli emek zamanda (TGEZ) zımbırtı üretmek için gereken girdi miktarıyla ilişkisi olduğu için yapmalıdır. Bazıları kapitalistlerin sadece tüketicilerin taleplerini karşılamak için üretim yaptığını düşünür. Bu bir efsanedir. Reklam endüstrisi bu efsaneyi yalanlayan en iyi kanıttır. Kapitalistler kâr etmek için üretir. Sonra pazar aramaya giderler. Çoğu zaman, insanları ürünlerine ihtiyaç olduğuna inandırarak pazar yaratmak zorundadırlar. Ama kapitalist şirketler aynı zamanda tüketici pazarları bulma ihtiyacını tümüyle es geçerek birbirlerine de satış yaparlar. (11)
Tüm bunlar bize burjuva iktisadındakine göre özne-nesne ilişkisinin çok farklı bir resmini veriyor. Soyut isteklerini gerçekleştirmekte özgür ve yaşamda yazgıları için bütün sorumluluğu üstlenmiş yetkili kişilerin özgür bir toplumu yerine Marx'ın kapitalist üretim tarzı konusundaki eleştirisi, bireylerin zorlayıcı piyasa yasalarının insafına kaldığı bir dünya ortaya çıkarır. Cola ve Pepsi arasında seçim yapma gibi yüzeysel özgürlük türleri, yaşamlarımızın kâr arayışı ve TGEZ için disiplin altına alınmasıyla kıyaslandığında sönük kalır.



Özne/Nesne Tersinmesi

[Mitt Romney kurumların insan olması hakkında alıntı yapıyor]

Wall Street’i İşgal Et akımı içinde “şirketsel kişilik”in bitirilmesi konusunda pek çok söylem vardır. Bu talepteki problem, kurumsal kişiliğin yasal statüsünün sadece pasta üzerindeki krema olmasıdır. Kapitalist toplumdaki şirketler insanların olduğundan çok daha insan gibidir. Sermaye etkin öznedir, insanlar onun nesneleri. Marx’ın “özne-nesne tersinmesi” diyerek kastetmek istediği budur. İnsanların toplumsal düzenin etkin aktörleri olmaları yerine “objektif” piyasa mantığı öznelere egemen olur. Kör ekonomik yasalar yönetir ve insanlar itaat eder. Para yaşamdan daha güçlü hale gelir. Kurumlar insanlar haline gelir ve toplumda bireylerden veya toplumsal hareketlerden daha çok güç kullanır. İnsanlar sistemin kendilerini dikkate almasını dileyen şiarlarla sokakta dolanırken, kapitalizmin soğuk mantığı, işçinin bedenini harcanabilir pasif bir meta gibi kullanarak, toplumları, hükümetleri ve hatta doğanın kendisini kârın şahsi olmayan güdülerine tabi kılarak toplumda etkin aktör haline gelir.

Delice olan ise bu “objektif” dünyanın hala sadece bizim kendi eserimizin ürünü olması. Biz her gün onu bilfiil yeniden üretiyoruz. Marx’ın kapitalizm analizini bu kadar güçlü yapan şey budur: İçinde yaşadığımız dünya, mevcut durumumuzun inanılmaz güçsüzleştirilmiş yapısına rağmen, her zaman bizim kendi eylemlerimizin sonucudur ve kolektif olarak onu değiştirme gücüne sahibiz. Ancak böylesine bir kolektif gücü uygulamak için kapitalist üretim tarzı ile bağları koparmak zorundayız.

Sonuç:

Merak etme ihtimalinize karşı Subjektivist Ada ve Takas Adası yoktur. Onlar soyutlama. Şu an her teori soyutlamalara ihtiyaç duyar – bir dünya veriyi elekten geçirmeli ve gerçeği tanımlayan önemli kategorileri ve geniş hatları saptamalıyız. Subjektivist ve Takas Adaları sadece filozofların zihinlerinde var olan “ideal soyutlama”lardır.  Marx farklı bir tür soyutlama yaptı, “gerçek soyutlama”. Gerçek bir soyutlama filozoflar tarafından toplumsal gerçekliğin bir kısmını keyfi olarak dışarıda bırakarak yapılmamıştır. Gerçek soyutlama gerçekliğin kendisi tarafından yapılmıştır.

Kapitalist toplumda insan emeği soyut hale gelir. İnsanların belirli iş tipleri içinde doğduğu ve kastlar arasında katı ayrımların olduğu feodalizmin kast sisteminde genel anlamda emek veya genel anlamda işçi diye bir şey yoktu. Ancak kapitalist toplumda emekçi tüm bu özgül özelliklerini yitirir. Sermaye bize kâr-hesap makinesindeki isimsiz basamaklar gibi muamele eder, kâr aramak için bizi bir yerden bir yere hareket ettirir. Bizim emeğimiz soyut emek haline gelir. Biz köylü, şövalye veya zanaatkâr değil, genel anlamda işçi haline geliriz. Marx’ın değer teorisi üretim tarzının kendisi tarafından oluşturulan bu gerçek soyutlamaya dayanıyor, filozofların zihinlerindekine değil.

Bu, marjinalizm perspektifinin yoktan ortaya çıktığı anlamına gelmez. Marjinalizm, kapitalizm içerisinde gerçekten varolan bir bakış açısından gelir, metalar hakkında kafa yoran atomize olmuş bireylerin bakış açısından. Bu bakış açısı gerçektir. Biz bunu her gün bakkal dükkânlarında deneyimliyoruz. Ancak eksik bir açısıdır; çünkü metaları raflara ve paraları ceplerimize koyan bütün toplumsal üretimleri dışarıda bırakıyor. Bu perspektif, kendi emeğimizin toplumsal gücünün nesnelerin doğasında olan özellikler biçimini aldığı meta fetişizminin perspektifidir. (12)

Ancak ekonomik kriz dönemlerinde bu gerçekliğin duvarlarında çatlamalar görürüz. Düşünmenin eski yöntemleri geçerliliğini kaybeder. Krizler kapitalizmin ekonomik yasalarının, burjuva ekonomistlerinin düşünmemizi istediği gibi evrensel olmadığının, sonsuza kadar devam etmeyeceğinin, bu döneme özgü yasaların alaşağı edilebilecek yasalar olduğunun açığa çıktığı zamanlardır. Değer yasasının çökmesiyle, insanların gidişatı sorgulamaya başlamasıyla, değerin başarısız yasasıyla devletin acımasız yasasını yer değiştirerek kapitalist devlet tabloya girmelidir. Piyasa savunucularının büyüleyici, özgürlüğe sevdalı dünyası gerçekten olduğu gibi yani şiddet üzerine kurulu sömürücü bir düzen olarak gözler önüne serilir. Okul kabadayısı gibi, bir sistem güçsüzlüğü açığa çıkarıldığında her zaman en şiddetli olandır.  Değer yasası çökünce siyaset başlar. Nesneler etkin olmalıdır. Bu, statükoyu devam ettirmek için çabalayan yönetici sınıfın veya yeni toplumsal düzen olasılığını öne süren radikal hareketlerin politikası olabilir.

DİPNOTLAR:


1. Hiç kuşkusuz bu videonun çoğunda Neoklasiklerin ve Avusturyalıların iki kampını tek kamp gibi ele alarak öfkemi yönelteceğim. İki düşünce okulunun da tarihsel kökeni marjinal fayda teorisinde bulunuyor, yine de bu kuramın iki kampta ele alınması ve evrimleşmesi zaman içerisinde farklılaşmıştır. Bu video marjinal fayda teorisini doğrulamak için gereken soyutlamarın türünü (isimlendirecek olursak üretim ilişkilerini dışarıda bırakmak) analiz ederek marjinal fayda konusuyla oldukça temel düzeyde uğraşıyor, bu yüzden herhangi bir düşünce okulunun eleştirisi için uygun bir başlangıç noktası olarak hizmet edebilir. İki kampa karşı yapılabilecek çok daha fazla eleştiri var.


2. Tercih ölçeğine kadar Eugene arzuladığı nesneleri ölçmek için fayda biriminden yararlanıyordu. Bunlar basitçe kendi öznelliğinin cebinde altınlar gibi taşıdığı küçük parçalarıydı. Her karar verdiğinde bunları kendisiyle mübadele etti. 20. yüzyılın bir noktasında burjuva iktisatçılar fayda biriminin var olmadığına karar verdiler ve bunları derecelendirilmiş tercih ölçekleriyle değiştirdiler. Bunlar çubuk grafik ve abaküsün bir birleşimine benziyor ve kendimizle birlikte her yere onları taşıyıp herhangi bir insan eylemine girişmeden onlara danışıyoruz. Onlar özgürlüğümüzün birincil araçlarıdır ama hükümet onları bizden almak istiyor, bizi köle yapmak istiyor.


3. Avusturyalılar hemen 'büyük' Ludwig Von Mises'in paranın öznel değeri problemine bir çözüm sağladığına işaret edeceklerdir. Mises, paranın aslen altın gibi meta olduğundan, takasta insanların altının belirli kullanımları için öznel bir değere sahip olduğunu öne sürmüştür. Böylece altının asıl mübadele değeri bu öznel değerlenmelerin sonucudur. Altın para olduğunda, elbette, onun mübadele değeri metaların dolaşımındaki rolüyle başkalaşmıştı. “Ne alabileceğinin” ederi oldu. İnsanlar bu amaca yönelik altına dair öznel tahminlerini “ne alabileceği” ölçüsüne göre biçimlendirdiler. Gerçi paranın nesnel değerlerine varan müteakip değerleme katmanlarından altının kullanımının özgün öznel değerlenmelerinin tarihsel yolunu izleyebileceğimiz hakikatı Mises için problemin bir çözümüdür. Bukharin'in “Aylak Sınıfın Ekonomik Kuramı”nda, bir dipnotta, Mises'in bu “çözümünün” bir kuram için bireysel farklılıkları araştıran (idiyografik), tarihsel tanımını sadece değiştirdiğine işaret etmiştir. Metanın nasıl para haline geldiğinin tarihsel sürecini açıklayabilmemizin bir önemi yok. Paranın değeri, para için öznel tercihlerle yaratılmaz veya başkalaşmaz.


4. Bu soruna Neo-Avusturya yanıt kendilerini neoklasiklerin akılcı tüketici fikrinden uzaklaştırmak ve tüketicinin eksik bilgisini vurgulamak olmuştur. Tüketicilerin arzuladıkları nesnelerin ilişkilerini hesaplayabilen süper-akılcı şeyler olmalarından ziyade, insan anlayışının yanılma payı vurgulandı ve piyasa, kalabalıkların hatalı arzularını ayarlayan, pürüzlerini gideren, kaynakları en verimli ve demokratik bir şekilde tahsis eden nihai bilgi temizleme evi olarak görüldü. Bu noktada dilleri, sıklıkla, piyasanın herşeye yeten, gizemli gücüne karşı insan muhakemesinin içkin yetersizliğini vurgulayan dinsel izler taşıyordu. Sorun şudur, piyasanın gizli elinin bu sihirli hareketleri sadece iddia edilmiş ve hiç kanıtlanmamıştır. Piyasanın bunu gerçekten yapabildiğini kanıtlamak yerine, Avusturyalılar, tek alternatifin Devlet-Komünisti Umacı olduğunu vurgulamayı yeğlemişlerdir.


5. Marx için nesne-özne ilişkisi sadece kişisel psikolojinin, insanların soyut olarak nesneler için düşündüklerinin konusu değildir. Bunun yerine, insanların etkin bir şekilde dünyayı dönüştüren gerçekteki, somut çalışma eylemine dayanır. Bu “materyalizm”dir. Sıklıkla insanlar “materyalizm”in bireyler önemsizdir veya tarihin kaderi çizilmiştir anlamına geldiğini düşünürler, ancak Marx’ın kastettiği bu değildir. Marx, kendi üretim tarzları içerisinde, toplumsal grupların gün be gün etkinliklerindeki gerçek faaliyetleri aracılığıyla ilişkilenen öznelerle nesneler arasındaki belirli yolları anlamamızı istemiştir.


6. İlk belirtilmesi gereken şey şu, meta kapitalist toplumsal ilişkilerin muazzam ağı içerisinde hareket halindeyken birçok değişik elden geçerken ve farklı işlevleri yerine getirirken, değer de farklı biçimler alır. Değer ilişkisinin farklı görünüşleri bakışımızı nereye çevirdiğimize göre ortaya çıkar veya kaybolur. Değer özel emeğin, toplumsal emeğin ve piyasa fiyatının biçimini alabilir. Değerin bu üç biçimi de, aynı üretim ve mübadelenin bütün farklı uğraklarının birbirini etkilemesi gibi birbirlerini gerisin geri etkiler, birbirlerini belirler. Piyasa fiyatları, fiyat hakkında bilgilerin görünüşte kaotik bir şekilde piyasa üzerinden aktarılmasından ötürü günden güne dalgalanabilir. Ancak bu dalgalanmalar aracılığıyla yasa-gibi düzenlilikler, vb. gözlemleyebiliriz.


7. Ve bu, büyük firmaların gireceği kadar kârlı olmayan sayıca az kıymetsiz endüstride kendi işinizi yürütme ve “kendi patronunuz olma” rüyasının neden kapitalizmde çatlaklar ve boşluklar yaratacak tek olası yol olduğunun gerekçesidir. Büyük bir firmanın elinin altında bulunan kaynak miktarı, kendi hesabına çalışan birinin toplumsal olarak gerekli emek zamanla rekabet edecek şekilde çalışmasını oldukça zorlaştırmaktadır.


8. Yerinde bir temas: işsiz veya çalışanların tüketim alışkanlıkları büyük ölçüde sermaye tarafından dayatılmaktadır. İşsiz olmak pahalı ve zaman tüketicidir. Mülakatlara arabayla gitmeli, mülakatlarda iyi görünmek için temiz bir takıma sahip olmalı, yığınla özgeçmiş göndermeli, vb.


9. Bu, fiyat teorisinden önce bir dağıtım teorisine ihtiyaç duymamızın nedenidir. Marjinal Fayda Teorisi önce fiyatı açıklamaya çalışır, daha sonra toplumsal ürünün sonradan sınıflar arasındaki dağılımını açıklar. Bunun en uç örneği, üretimin maliyetinin bile fiyatların biçimlendirmesine girmediğini öne süren Mises'in fiyat teorisidir. Mises için, tüketiciler kendi değerlemeleri ile fiyatları belirler, daha sonra metanın satışının gelirleri kapitalistlerin rekabetçi tekliflerine göre üretim etkenleri arasında dağıtılır. Aksine, Marx'tan önceki klasik iktisatçılar fiyat teorilerini toplumsal ürünün sınıflar arasında dağıtılmasından sonra biçimlendirdiler... Böylece metanın fiyatı işçilere ödenen ücret artı kapitalistin kârı artı (diğer kapitalistlere giden) girdilerin fiyatı artı kapitalist sınıfın diğer kısımlarına borçlu olunan herhangi bir faiz veya rant. Açıkçası, bir toplumun sınıf analizi ancak klasik yöntemle mümkündür.

10. Ne de kapitalist üretimin “şirketsel açgözlülük”le (“corporate greed”) alakası vardır. Lütfen, “Wall Street'i İşgal Et”, bu saçma terimi kullanmayı bırak. Bir şey ifade etmiyor. Şirketsel açgözlülük diye bir şey yoktur. Şirketlerin kişilikleri yoktur. Açgözlü değillerdir. Sorun kapitalizmdir, kapitalistlerin öznellikleri değil.

11. Eksik tüketim kuramı, bugün ki krizin en çok öne çıkan radikal kuramlarından biridir, üretimin tüketim için olduğu fikrine dayanır. Eksik tüketim kuramı, bütün üretim, sonuç olarak tüketicilerin tüketimi için yapıldığından tüketicilerin taleplerindeki veya alım güçlerindeki bir kıtlığın ekonomik krize yol açabileceğini öne sürer. Bu, kapitalistlerin, kendi kişisel aylaklıkları için değil ama üretken tüketim için, yani üretim sürecinde girdiler olarak ürünler için kendi taleplerini yaratmadaki rolünü ihmal etmektedir.

12. Meta fetişizmi üzerine olan videomu görün: Değer Yasası 2

Ek Okumalar/Kaynakça:
Marx, Marjinalizm ve Sosyoloji, Simon Clarke
Çevrim içi erişebilirsiniz, hakkında bu blogta da yazdım.

From Political Economy to Economics, Fine and Milonakis.
Bu yöntembilime odaklanmış oldukça iyi bir iktisat tarihidir. İktisatın, klasik iktisatın geniş toplumsal sorularından modern neo-klasik yöntemin dar, matematiksel soyutlamalarına dönüşme yolunu tartışıyor.

Human Action, Ludwig von Mises.
Bu kitap saçmadır. Tuvalet okuması için iyidir. Eğer tuvalet kâğıdınız biterse...

Economic Theory of the Leisure Class, Nikolai Bukharin.
Bu kitap hakkında şurada yazdım.

Dialectical Phenomenology, Roslyn Bologh.
Bu kitap üretim tarzları kavramı ve özne-nesne ilişkisi üzerine düşünüşümde oldukça etkiliydi. Amazon'da ucuz. Grundrisse okuması aracılığıyla Marx'ın yönteminin bir tartışmasıdır. Ziyadesiyle öneriyorum.

Disassembling Capital, Nicole Pepperel
Bu kitaba şuradan erişebilirsiniz. Pepperel'in blogu Rahatsız Bilim (önceden Kaba Kuram)  etkileyici bir okumadır. Marx üzerine gerçekten taze ve derin bilgili bir çaba.

Çeviri Kaynak: http://kapitalism101.wordpress.com/2011/11/15/law-of-value-8-subjectobject/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder