19 Şub 2013

Değer Yasası 5: Çelişki


Marx değer yasasında sürekli olarak çelişkilerden söz eder. Ama bu çelişkiler "yuvarlak kare" veya "askeri zeka" gibi mantıksal çelişkiler değildir. Bunlar kapitalist toplumdaki toplumsal ilişkilerin tam da kalbine kazınmış çelişkilerdir. Kimileri çelişki yerine "karşıtlık" kelimesini tercih ediyor.

Hepimiz acı bir şekilde modern toplumun toplumsal karşıtlıklarla dolu olduğunun farkındayız. Aşırı zenginlik ortasında yoksulluk, muazzam işsizliğin yanında fazla çalışma, evleri ele geçiren bankalar, soylulaştırma, ırksal gerilimler, kadına karşı şiddet, emek mücadeleleri, çevresel ayrımcılık, polis vahşeti, çete şiddeti, nefret grupları, nüfusun muazzam göçü ve kıyamet gibi savaş. Marx, bu karşıtlıkların hepsini açıklamaya ilgi duyuyordu, ancak çözümlemesine bunlardan biriyle başlamadı.

Onun yerine ilk başta az çok zararsız görünen bir şeyle başladı: metayla. Neden? Çünkü meta kapitalizmdeki toplumsal ilişkilerin en temel parçasıdır. İnsanlar arasındaki üretim ilişkileri meta mübadelesi biçimini alır. Meta toplumsal ilişkilerin temel düzenleyicisidir. Dolayısıyla eğer bütün bu birbirinden farklı toplumsal karşıtlıkların birbirleriyle nasıl ilişkili olduğunu anlamak istiyorsak metayla başlamamız gerekiyor.

Daha önce gördüğümüz gibi, meta bir çelişki içerir: kullanım değerine ve mübadele değerine sahiptir. (Gördüğümüz üzere, değer mübadele değerinde gizlidir. Bu yüzden ilk başta kullanım değeri ve mübadele değeri arasında çelişki vardır dedik, daha sonra bunu kullanım değeri ve değer olarak sadeleştirdik.) İlk bakışta bu tamamen karşıt gözükmüyor. Oysa daha yakından bakmaya başladığımızda daha önemli bir karşıtlığın ortaya çıktığını görürüz.

Mülkiyet, mübadele ve şiddet

Neden insanlar kendi emeklerini pazarda bir mübadele değeri için, para için satmak zorundadır? Kendi geçim araçlarını kendileri üretemedikleri için. Bu kapitalizmin ayırt edici özelliğidir. Daha önceki üretim biçimlerinde insanların büyük bir çoğunluğu bazı üretim araçlarını kendileri için, kendi ihtiyaçları olan şeyleri üretmek için kullandılar. ("kullandılar" kullandığıma dikkat edin, "sahiptiler" demedim. Bunun nedeni feodal üretimin büyük kısmı ortak arazilerde gerçekleşiyordu. Arazinin bu kolektif kullanımı birçok kapitalizm öncesi toplumun bir parçası olmuştur.) İnsanlar bazen şeyleri takas ettiler veya sattılar, ama bunu kendileri için ürettikleri artığın bir parçasını satarak yaptılar. Artık ürününüzü satmanız, özellikle mübadele için üretmenizden çok farklıdır. "İlkel Birikim" adı verilen oldukça uzun, şiddet dolu tarihsel süreç boyunca bu üretim araçları özelleştirildi ve kapitalist adı verilen bir grup insanın mülkiyetine geçti. Önceden insanlar doğrudan kendi kullanımları için emek harcarken, şimdi geçim araçlarını elde etmek için pazara girmek zorundalar.

Doğrudan kullanım için değil de mübadele için üretmemiz gerçeği, mülk sahibi olmak ile mülksüz olmak arasındaki toplumsal karşıtlığı ifade eder. "Serbest Piyasa"da çalışırken bir temel zorlama vardır. Ve bu zorlama devlet, ordu veya kiralık haydutlar biçimlerinde olabilen dayatma şeklinde şiddet tehditini gerektirir. Şiddet üretim araçlarının özelleştirilmesi için gerekliydi ve mülkiyetin tüm meşruiyetini dayatmak için hala gereklidir.

Emek Gücü

İnsanlar pazarda geçim araçlarını alabilmek için, başka bir şey satmak zorundadır. Üretim araçları özel mülkiyet olduklarından satabilecekleri tek şey kendi emekleridir. Ama elbette emek gerçekte satılamaz. Bunun yerine iş yapabilme yeteneğimizi satarız: emek gücümüzü. İster saatler, isterse haftalar veya yıllar şeklinde olsun çalışma zamanının belirli bir miktarını satarız. Bu değerin emek zamanının bir ifadesi olmasının nedenidir.

Bizim yaratıcı çalışma yeteneğimiz, tam da bizi insan yapan ve topluma bağlayan şey, bir başkasına sattığımız bir meta haline gelir, "emek gücü" adı verilen bir meta. Emek gücü, diğer herhangi bir meta gibi, bir kullanım değeri ve bir mübadele değerine sahiptir. Ve tahmin ettiğiniz gibi bu değerler arasında bir çelişki vardır. Mübadele değeri bizim çalışma zamanımız için ödenen paradır, ücrettir. Ücretler bizim geçim araçlarımızın maliyetiyle tayin edilir. Gıda, barınma, giyim, ulaştırma, vb. maliyetine bağlıdır. Ancak emek gücümüzün kullanım değeri onun değer üretebilmesidir.  Bu emek gücünün iki karşı tarafıdır: bir tarafta bir ücrete mal olur, diğer tarafta değer üretir. Bu, bize ödenenden daha fazla değer üretmemizi mümkün kılar.

Bir saatte 5$ ücret alarak 20$ ederinde meta değeri üretebilirsiniz (1). Eğer başınıza bu geliyorsa sömürülüyorsunuz demektir. Ve hatta sömürülme oranınızın miktarı %300'dür. Sömürü emek gücünün kullanım değeri ve mübadele değeri arasındaki çelişkiyle mümkündür.

Kâr

Sömürü kapitalizm hakkındaki bir muammayı açıklar: kârın varlığı. Kapitalistler güne üretime yatırdıkları bir para tutarı ile başlarlar. Günün sonunda ilk yatırımlarından daha fazla miktarda para karşılığında sattıkları meta miktarına sahip olurlar. Sadece şeyleri alarak ve satarak kâr yaptıkları sanılabilir. Ancak sadece alarak ve satarak kâr elde edilemez. Çünkü alım ve satım toplamı sıfır olan bir oyundur. Biz metaları mübadele ederken sadece metaları bir yerden bir yere taşıyoruz. Bu süreç toplumdaki değerin toplam miktarını değiştirecek bir şey yapmaz. Elbette birini kazıklamak, birine fiyatı fazla söylemek, tekel fiyatı oluşturmak, vb. mümkündür, ama pazarda birinin kazanması demek bir başkasının kaybetmesi demektir. Sadece metaları etrafta hareket ettirerek toplam bir kâr elde edilemez. Zira kâr toplamda var olan bir şeydir. Toplumdaki değerin toplam miktarı her yıl genişler (GDP - Gross Domestic Product - Gayrısafî yurtiçi hâsıla) ve bu genişlemeye kâr adı verilir.

Elimizde bir muammamız veya bir çelişkimiz var gibi gözüküyor. Bir yandan pazar eşitliğin ve simetrinin diyarıdır. Pazar mübadelesi metaların değerini korur: metaların toplam değeri sadece mülkiyetlerin aktarılmasıyla değişmez. Bir kişinin kaybı bir başkasının kazancıyla dengelenmiştir, böylece meta mübadelesinde içsel bir simetri vardır. Yine de kâr, metaların alım ve satımıyla değerin genişlediği bir görüngüdür. Kâr asimetriktir. Az olandan çok gelir. Bu nasıl mümkün olabilir?

Marx, bu muammayı çözmek için pazarın ötesine, üretimin gizemli diyarına bakmamız gerektiğini söyler. Değerin genişlemesi üretimde, emeğin sömürülmesi aracılığıyla olur. Sömürü pazar mübadelesinin herhangi bir kuralını çiğnemez, çünkü mübadelede gerçekleşmez. Emek gücü de kendi değerinde satın alınır. Bu emeğin ürünleri de kendi değerlerinde satılır. Bu mübadeleler aracılığıyla hiç bir kâr oluşmaz. Kâr pazardan değil, emek sürecinden gelir. Kârın miktarını belirleyen ücret değerinin üstünde gerçekleştirilen emek miktarıdır. Pazar eşitlik ve simetrinin diyarı olarak kalırken, üretim asimetrinin ve sömürünün diyarıdır. Böylelikle üretim ve mübadele arasında bir çelişki vardır. Ve bu çelişki emek gücünün kullanım değeri ile mübadele değeri arasındaki çelişkiden dolayı mümkün olmaktadır.


Sınıf

Emek gücünün kullanımı ve mübadelesi arasındaki bu karşıtlık, kapitalistler ve işçiler arasındaki toplumsal karşıtlığı ifade eder. Kapitalistlerin ve işçilerin zıt çıkarları vardır. İşçiler geçim araçlarını isterler: barınma, gıda, giyim, bira. Kullanım değerleri isterler. Kapitalistler kullanım değerlerine ilgi duymazlar. Onlar mübadele değerinin peşindedir. Sermayelerinin büyüklüğünü kâr elde ederek genişletmek isterler. Her iki sınıfın da istediğini alması için diğerine ihtiyacı vardır. İşçiler hayatta kalabilmek için kendilerini bir ücret karşılığında satmalıdır. Kapitalist ise kâr elde etmek için sömürmek üzere işçileri istihdam etmek zorundadır. Yine de bu bağımlılığa rağmen çıkarları tamamen karşıttır. İşçilerin daha yüksek ücret alması, kapitalistin daha az kâr elde etmesi demektir. Kapitalistin daha fazla kâr elde etmesi daha da yoksullaşmış işçi sınıfı demektir. (Bu kapitalistler çürük elma olduğundan değildir. Onlar sermayenin çıkarlarının kişileşmiş halleri oldukları içindir.)

Açıkçası, sermaye ve emek arasındaki mücadele, kapitalist toplumlarda her zaman mevcuttur. İster razı olduğumuz çalışma miktarı üzerine günden güne süren mücadeleler şeklinde olsun isterse de daha iyi ücretler ve daha iyi çalışma koşulları için uzun erimli savaşlar şeklinde olsun. Ve hatta işyeri dışında da kapitalizmin sınıf karşıtlıkları açıkça hep vardır. İşçi sınıfının yarattığı değerin ücretler, kârlar, rantlar, faizler, vergiler olarak bölüşümü bizim hoşlanabildiğimiz standart yaşamımızın, yaşadığımız çevre, sahip olduğumuz yaşam fırsatları ve yaşamlarımızın kalitesi gibi herşeyiyle ilgilidir. Toplumsal ihtiyaçlar için kullanım değeri yaratmaktansa bir sınıfın kârını arttırmaya yönelik olarak yapılandırılmış bir toplumda, yaşamlarımızın kalitesi sermayenin ihtiyaçlarıyla ters orantılıdır. Geçtiğimiz 30 yılda, neoliberalizm sermayenin serbest akışı için engelleri yıktığında, muazzam miktarlarda zenginlik gittikçe azalan sayıda süper-kapitalistin ellerinde birikmiş, geri kalan dünyadaki yaşam standartları boyuna kötüleşmiştir.

Toplum, yeterli miktarda gıdaya barınmaya, bütün dünya nüfusunun çok daha az çalışabileceği teknolojiye ve bununla birlikte yaşamı kolaylaştıran en temel imkânlara sahip. (Belki de hepimiz konaklara, süslü arabalara ve tüm o ihtiyaç duyduğumuz pahalı kokaine sahip olmayacağız ama kendi rahat yaşamlarımızda yaşayabiliriz). Ve eğer tüm kendi yaşamımızı başkası için çalışarak harcamasaydık bu yaşamlar daha da tatmin edici olabilirdi. Ancak böyle bir topluma sahip değiliz, çünkü hedeflenen şey emeğimizle toplum için kullanım değeri değil sermaye için kâr üretmektir. Teknoloji ve üretkenlikteki sürekli devrimler çalışmayı kolaylaştırmayı veya yaşam kalitemizi iyileştirmeyi hedeflemiyor, emeği daha fazla kontrol altına alarak daha fazla kâr yaratmayı hedefliyor. Böylece iş yeri, emeği daha fazla değer üretme görevi için disiplin altında tutmak üzere tasarlanmış makineler, montaj hatları ve bilgisayarlar tarafından artan oranda hükmedilen bir yer haline geliyor.


Emek Süreci

İşin bilgisi işçiden alınarak makineye yerleştiriliyor. Böylece işçi emek süreci üzerindeki kontrolünü kaybeder, makinede kolayca sökülüp takılabilen küçük bir çark haline gelir. Başka bir çelişki ortaya çıktı: çalışma kavramı ile uygulaması arasındaki çelişki. Emek sürecine dair bilgimiz bizden alınıyor ve bize egemen olan ve çalışmamızı bizim için ücret dışında bir anlam ifade etmeyen rutin vazifelerin icra edildiği bir göreve indirgeyen bir makineye yerleştiriliyor. Bu popüler kültürü büyüleyen bir karşıtlık: insana karşı makine. Ama makinenin arkasında bizimle bizden sökülüp alınan, bize yabancılaştırılan, üzerimizde duran, çalışmamızı egemenlik altına alan yaratıcı güçlerimizin arasındaki toplumsal ilişki yatıyor.

Kriz

Ve sermayenin makineler biçiminde sürekli birikimi bir başka çelişkiye yol açar, makineler ve ham maddeler gibi ölü emeğe yatırılan sermaye ile, canlı emeğe yatırılan sermaye arasındaki çelişki. Makinelerdeki artış kapitalistlerin işçileri daha iyi sömürmesine (ve rekabette süper-kâr şeklinde uygun bir değere) olanak sağlasa da makineler değer yaratamaz. Makinelere ve ham maddelere gitgide daha fazla, emeğe gitgide daha az sermaye yatırımı yapıldıkça, toplumun gerçekten değer yaratan özü dışarıya itelenmiş olur. Bu, Marx'ın kriz kuramının başlangıç noktasıdır. Genişleyen üretime sürekli yeniden yatırılmak zorunda olan sermaye kütlesi arttıkça, yatırım artan biçimde canlı emek yerine ölü emeğe yapılan yatırım haline geliyor. Bu da bütün biçimlerdeki sermayenin yıkımını ve değer kaybına uğramasını gerektiren muazzam bir kriz için sahneyi hazırlıyor.

Sonuç

Marx'ın kapitalist toplum modelinin tamamı temel bir başlangıç noktasından türetilmiştir: metanın analizi. Toplumu üreten metanın düzenleyici ilkesi değer temel fikrinden, metanın kullanım değeri ve mübadele değeri arasındaki çelişkiyi tanıtır. Ve sonra, ciltler boyunca bu çelişkinin gözler önüne serilmesinin diğer bütün çelişkileri nasıl ortaya çıkardığını gösterir: sınıflar arasındaki, toplum ve kendisi arasındaki, makineler ve insanlar arasındaki, çalışma anlayışı ve uygulaması arasındaki çelişkiler. Görünüşte masum bir ayrım olarak başlayan kullanım ve mübadele değeri ayrımı, sınıf mücadelesi ve krizin özü haline gelir.

Bu, toplumdaki her sorunun doğrudan değer yasası ile açıklanabileceği anlamına gelmez. Ancak, toplumsal zenginliğin ve gücün nasıl yaratıldığını ve paylaşıldığını anlamadan, eşitsizlik üzerine bir tartışmayı nasıl anlayabiliriz? Pazarın zorlayıcı doğasını, meta mübadelesiyle üretilen derin eşitsizlikleri ve sermayenin ne pahasına olursa olsun birikim zorunluluğunu anlamadan şiddeti nasıl anlayabiliriz? Kapitalist toplumda düzenlenmiş üretim ilişkilerinin usulünü tartışmadan, çevre krizine çözümü nasıl tartışabiliriz? Soldaki sorun bunları önemseyen az sayıda insan olması değildir. Sorun, bu gibi konuları toplumumuzun temel yapısının terimleriyle konuşacak kuramsal araçlara ve isteğe sahip olan yeterli insanın olmamasıdır. Bu yüzden değer yasası bugünü anlamakta oldukça önemlidir. Eğer toplumdaki karşıtlıkları alt etmek istiyorsak, ilk olarak bu karşıtlıkların nasıl ilişkilendiğini anlamamız gerekiyor ve bunu yapmak için en baştan, metanın analizinden başlamamız gerekiyor.

Dipnotlar

1. Tabi ki bir metanın fiyatı sadece ona harcanan emekten daha fazlasıdır. Ayrıca ham maddeleri ve makineler gibi üretim gereçlerine daha önce harcanmış (geçmiş) emek te vardır. Metanın fiyatı ölü emeğe (ham maddeler, makineler ve geçmiş emeğin diğer ürünleri) ve canlı emeğe (işçilerin ücretleri) yatırılan paranın toplamıyla artı değer (işçilerin karşılığı ödenmemiş emeği) miktarının toplamıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder