21 Şub 2013

Değer Yasası Dizisi

Bu yazılar Kapitalism101 blogunda yayınlanan The Law of Value - The Series videolarının yazılarının çevirisidir. Videolar için altyazılar da oluşturulmuştur, blog yazarı tarafından (Brendan Cooney) videolara eklenmiştir. İlgili yazılar içerisinde videoları da altyazıyla birlikte izleyebilirsiniz. Altyazı yüklenmezse "Captions" kısmından yükleyebilirsiniz. Ayrıca aşağıdaki yazıları PDF olarak edinmek isterseniz lütfen tıklayın.

Değer Yasası 10: Değer ve Fiyat


[Bu, benim devam eden Değer Yasası serimin 10. videosu. Tartışmalı bir konu... Bakalım insanlar benim girişimim hakkında ne düşünecekler.]


Burada bir yo-yo var. Parçaların ve bütününün bir saatte yapıldığını düşünelim. Ve burada, bir çanta yüksek fruktozlu jelibon var. Bunların yirmi dakikada yapıldığını düşünelim. Farklı emek içeriyor olmalarına rağmen, her ikisi de 5 dolara satılırsa ne olur? Bu durum Marx'ın değer teorisi için büyük bir sorun olmaz mıydı?

İnsanlar değer/fiyat hakkında kafa yorduklarında fiyat ve değerin her zaman aynı olmadığı meselesini sonlandırırlar. Ah! Değer ve fiyatın özdeş olmaması Marx'ın ve bütün radikal siyasetlerin sonu mu?
Umarım değildir. Buna rağmen, bizim değer ve fiyat olarak iki farklı kavramımızın olmasının nedeni ikisinin aynı şeyler olmamasıdır. Önemli olan bunlar arasındaki ilişkidir. Bu iki kavram arasındaki ilişki kapitalist üretim ve mübadelenin içkin mekanizmasını açıklamaktadır. Değer ve fiyat aynı olsaydı ne kadar emeğin bir metada somutlaştığını ve toplumların talebini karşılamak için ne seviyede ürüne gerek duyduğumuzu biz kendiliğimizden bilirdik. Fakat biz zaten tüm bunları bilmiş olsaydık, o halde değere, fiyata veya bu iş için bir pazara bile ihtiyaç duymazdık. Biz sadece her şeyi bir bilgisayarda planlayabilirdik.

Ama bizim planlı bir ekonomimiz yok. Toplum için kaç tane yo-yo ve jelibon üretmek gerekir? Her biri için toplumun emek zamanının ne kadarı gereklidir? Kimse bilmiyor! Ve kapitalist, plastik ve ip satın alıp, yo-yo yapımcılarını işe aldığında ne kadar kâr edeceğini bilmez. Ve biz dükkâna gittiğimizde yo-yo ve jelibonlarda ne kadar emek olduğunu göremeyiz! Bütün bu kararlar fiyat göstergeleri dalgalanmaları aracılığıyla gerçekleşmelidir.  Bu dalgalanmalar, emeğin disiplini ve bölüştürülmesi için üretim üzerinde yeniden etkide bulunur.

Disiplin ve Bölüştürme

Biz emeğin 'disipline edilmiş' olduğunu söylerken, Joe Shmoe'un jelibon üretim bandında ortalama bir üretkenlik düzeyinde çalışmaya zorlandığını kastederiz.  Üretim bölümünde O, makinenin hızı ve patronu tarafından zorlanır. Ama makine ve patronu, jelibon üretimindeki toplumsal olarak gerekli emek zamanı (TGEZ) düşürmek için piyasadaki rekabet tarafından zorlanır. (‘Toplumsal olarak gerekli emek zamanı’ videoma bakınız)

Biz emeğin 'bölüştürüldüğünü’ söylerken, kaç kişinin jelibon fabrikasında çalıştığından veya kaçının yo-yo fabrikasında çalıştığından vb. söz ediyoruz. Diğer bir deyişle, iş bölümünden söz ediyoruz.
İş bölümü ve TGEZ neyin üretileceğine, ne kadar üretileceğine ve bu metalar arasındaki değerin ne olduğuna karar verir.

Ancak kapitalizm için özgün olan şey; emeğin bu disipline etme ve bölüştürülme işinin, emeğin gerçekleştirilmesinden hemen sonra olmasıdır.  Fiyat göstergeleri daha sonra gelecekteki emeği etkileyen geçmiş emek üzerine yargılardır. (‘Üretim ve Mübadele’ videoma bakınız) Emek ürünleri üretimden ayrılır, dolaşıma girer ve daha sonra gelecekteki üretim için girdi olurken sürekli bir bilgi geribildirim döngüsü vardır.

Üretim ve Mübadele

Şu önemli ilkeyi bilmezsek, bu geribildirim döngüsü karmaşık olabilir: “Değer mübadelede yaratılamaz.”

Bunu bir kez anlarsanız, neredeyse her şey yerine oturmuş olur. Değer üretimde insan emeği ile üretilir. Nihai değerlerle meta şeklini alır. Metalar fiyat edindikleri pazara girerler. Bazen bu fiyatlar kendi değerlerinin üzerinde olur. Bazen de altında. Bu göstergeler, emeğin disipline edilmesi ve bölüşümü için, üretime tekrar etki eder. Böylece kapitalist toplumda emeğin muazzam, karmaşık iş bölümü, metalar arasındaki değer ilişkileri ile düzenlenir.

Çünkü değer mübadelede yaratılamaz, bunun anlamı metaların mübadelesinin toplamı sıfır olan bir oyun olmasıdır. Eğer bazı metalar değerinin üstünde satılıyorsa, diğerlerinin altında satılması gerekir. Sadece metaların sahiplerini değiştirme süreci yoluyla değerde toplamda bir artış olmaz. Yeni değerin olması için yeni emek olmalıdır.

Fiyatın salt bireylerin takaslarından, öznel etkenlerin çarpışmasından meydana geldiği, tümüyle üretim sürecinden soyutlandığı neoklasik kuramın aksine; Marksist değer ve fiyat teorisi bu görüngüleri doğrudan, kapitalist işbölümü aracılığıyla toplumun kendini yeniden üretme ihtiyacına bağlar.

Değer, Fiyat ve Para

Yo-yo'lar üzerlerinde "1 saatlik emek" yazısı ile dolaşmazlar. Biz sadece yo-yo'ların para biçiminde fiyatları yoluyla toplumsal değerini biliriz. Bu, bizim fiyat 'değerin şekline bürünmüş' halidir dediğimizde kastettiğimiz şeydir. Bu, değerin yeryüzünde aldığı gözle görünür, somut şeklidir. Biz, emekçiler arasındaki ilişkileri sadece metaların mübadele oranları aracılığıyla görürüz. Para tüm metaların tanrısıdır. O, tüm diğer metaların kendi değerlerini ölçtükleri tek metadır. Böylece fiyat mübadele değerinin çok özel bir türüdür. Fiyatlar, değerleri soyut olarak temsil eder. Onlar, soyut emeğin ölçütüdür. (‘Soyut Emek’ videoma bakınız)

Böylece jelibonun fiyatı kendi değerinin üstüne çıktığında, bu jelibonun değerinden daha fazla paraya hükmettiği anlamına gelir, yani mübadelede üretimde gerekli olandan daha fazla soyut emeğe hükmetmiştir.

Eğer değer mübadelede yaratılamıyorsa, bu üretilmiş toplam değer miktarının her zaman bu metaların toplam fiyatlarına eşit olduğu anlamına gelir. Ama tekil değerler ve fiyatlar, fiyat mekanizmasının emeği disipline etmesi ve bölüştürmesi için, birbirinden ayrılabilir ve ayrılmalıdır.

Arz ve Talep

Fiyatların değerlerden sapmasının ana nedenlerinden biri arz ve talebin sürekli dalgalanmasıdır.  Sermaye emek üretkenliğinde köklü değişiklikler yaptıkça değerler değişir, üretim ve fiyatlar değişir, talep ve arzda dalgalanmalar olur.  Jelibon için talep arzdan daha yüksekse, jelibonların fiyatı değerini aşar, mübadelede daha çok soyut emeğe hükmeder ve bu, arzı taleple aynı düzeye getirmek için emeğin bir yeniden bölüşümünü tetikler.

Bir tekel veya oligopol durumunda ise arz yapay olarak düşük tutulur, böylece fiyatlar artar ve tekelciler ekstra kâr elde ederler.

Eğer Yo-yo, jelibonlar ve diğer tüm malların arz ve talepleri sihirle dengelenseydi, fiyatlar değerlerle eşdeğerde olurdu. (Yani eğer biz ürünlerin fiyatlarından soyutlama yapıyorsak.) Ama durum bu olsaydı, fiyata çok da ihtiyaç duymazdık. Biz otomatik olarak talep ettiğimiz herhangi bir şeyin içinde ne kadar emek girdisinin olduğunu bilirdik ve herşeyi, piyasa olmaksızın, sadece bir bilgisayarla düzenleyebilirdik.

Marx'ın Yöntemine Ek Not

Bazen insanlar kârın eşitsiz mübadeleden geldiğini düşünürler. Bu, bireyler için doğru olabilir ama bütün olarak bir toplum için değildir, çünkü değer mübadele sırasında yaratılamaz. Bir kişinin kaybı diğerinin kazancıdır. Toplumun kârında toplam bir artışın olması için, artı değer için işçilerin sömürülmesi gerekir. İşçilerin sömürüsünden elde edilen artı değer ile eşitsiz mübadeleden doğan yalıtılmış bireysel kârları karıştırmamak için, Marx bize sıklıkla değerler = fiyatlar farzetmemizi önerir. Bu basitleştirme bizim artı değerin kökenini daha kolay görmemizi sağlar.

Bu, Marx'ın aslında fiyatların her zaman değere eşit olduğunu veya hatta uzun vadede bu duruma doğru yöneldiğini düşündüğü anlamına gelmez. Aslında o tam tersini söyler: arz ve talep nadiren birbirini karşılar ve fiyatlar ve değerler nadiren aynı olur.

Marx'ın artı değer hakkındaki savı ve onun diğer vargılarının hepsi, değerler fiyata denk olsa da olmasa da bütünüyle geçerlidir. Bazen insanlar değer-fiyat farklılaşmalarına işaret ederek, bir şekilde artı değer teorisini çürüttüklerini düşünürler. Ama bu bir hatadır. Çünkü artı değer teorisi, değerlerin her zaman fiyatlara eşit olmasını gerektirmez.

Gözden geçirme:

Devam etmeden önce şimdiye kadar ele aldığımız ana noktaları gözden geçirmeliyiz: Değer mübadele sırasında yaratılamaz, yalnızca dolaştırılır ve mübadele edilir. Para değerin ölçüsüdür. Eğer bir meta değeri üstünde satılırsa bu onun mübadelede içinde somutlanan emekten daha fazla emeğe hükmettiğini söylemekle aynıdır.

Değerin Bileşenleri

Ben bir yo-yo fabrikasına gitmedim ama yo-yoların etrafına ip saran insanların montaj hattını kafamda canlandırıyorum. Muhtemelen plastiklerin kalıplara döküldüğü başka bir oda vardır. Ama bu bir yo-yonun içerdiği tüm emek değildir. Bu işlerden herhangi biri başlamadan önce, malzemeler satın alınmalıdır: ip, plastik, kalıp, boya. Ve bu girdilerin tümü dünyanın başka yerlerindeki geçmiş emek süreçlerinden gelir. Her emek sürecinin Marx'ın "canlı emek" olarak adlandırdığı yeni, faal emek ve Marx'ın "ölü emek" olarak adlandırdığı geçmiş emek girdileri vardır.

Ölü emek değer yaratamaz. İp ve plastik gibi satın alınan girdilerin maliyeti yo-yoların ürün fiyatlarına eklenir, ama bu işten yeni hiçbir değer doğmaz, çünkü o zaten sarfedilmiş emektir.

Canlı emek yeni bir değer yaratır. İşçi ücretinin karşılığında bir değer yaratır böylece kapitalist tekrar yatırım yapar. İşçi aynı zamanda kapitalist için de artı-emek gerçekleştirir. Bu artı değerdir.

Günün başında kapitalist, girdiler ve ücretler için para harcar. Bu onun üretim maliyetidir. Eğer, O, yarın da yo-yo yapmaya devam etmek istiyorsa, yarınki girdiler ve ücretler için yeteri kadar para kazanmış olması gerekir. Dolayısıyla fiyatlar doğası gereği sistemin kendini yeniden üretmesi ihtiyacına bağlıdır. O aynı zamanda yatırım için bir teşvike de ihtiyaç duyar: Bu kârdır. Böylece fiyatlar doğası gereği sermayenin emeği sömürme ihtiyacına bağlıdır.

Kapitalist artı değer için hiçbir şey harcamaz. Bu onun işçiden bedavaya elde ettiği birşeydir. Sömürü olarak adlandırılması bu yüzdendir. Ama kapitalistlerin kendi mallarını satarak elde ettiği kâr, ürettikleri artı değere her zaman eşit olmaz. Yo-yoların fiyatları kendi değerlerinin üzerine çıkarsa, daha sonra satıldıklarında, kapitalistin kârı üründeki artı değerden daha yüksek olur! Artı değer mübadelede aktarılır.

Fiyat ve değerin eşit olmadıklarını söyleyerek başladım çünkü onlar farklı kavramlardı. Şimdi, artı-değer ve kârın her zaman eşit olmadığını çünkü onların da farklı kavramları temsil ettiklerini ekleyebiliriz. Artı değer sadece üretimde oluşturulabilir ancak mübadelede yeniden dağıtılabilir.

Eğer bir kapitalistin kârı üretimde oluşturduğu artı değerden daha yüksek ise biz buna "süper-kâr" diyoruz. TGEZ ile ilgili olan videoda tartıştığımız gibi, süper-kâr kapitalist bir ekonominin ana güdüleyici gücüdür. Onlar yeniliğe zorlar ve yatırımı cazip kılar. Onlar kapitalist rekabetin gerekli bir parçasıdır.

Üretim fiyatları

Şimdi eğer gerçekten mübadelede dağıtılan artı değerden söz etmek istiyorsanız, o zaman üretim fiyatlarından söz etmek zorundasınız.

Bir muamma ile başlar:

Diyelim ki jelibonlar girdilerdeki bütün ölü emeğe kıyasla canlı emeğin sadece küçük bir kısmını alır. Aslında bir sürü şeker, mısır şurubu ve boya satın alırsınız ve makineler bu şekeri fasulyeler şeklindeki şekerlere dönüştürürken, fabrikada bazı düğmelere basması için birini işe alırsınız. Ama diyelim ki yo-yolar nispeten çok daha fazla emek ister. Biraz plastik ve ip satın alırsınız ve daha sonra plastik kalıpları yapmak ve yo-yoları boyamak için insanları işe almak zorunda kalırsınız ve yo-yoların toplarını sarmanın ne kadar sürdüğünü de unutmayalım… Yani iki endüstrinin de ölü emeğe oranla farklı canlı emek oranları vardır.

Yo-yo fabrikasında daha yüksek oranda canlı emek bulunduğundan, bizler (sömürüyü eşit oranda varsayarak) yo-yo fabrikasının jelibon fabrikasından daha fazla artı değer üretmesi gerektiğini kabul edebiliriz.  Daha fazla işçi; daha fazla değer, daha fazla artı değer demektir. Biz yo-yo fabrikasının daha kârlı olmasını bekleriz.

Ama Ortalama Kârlar olarak adlandırılan bir görüngü de var. Bu, muammanın başladığı yer. Eğer sermaye, herhangi bir endüstride yatırım yapmakta, en yüksek kâr arayışı içerisinde hareket etmekte serbest ise, bu durum kâr oranlarını dengeleme eğilimine neden olur. Jelibon yapımcıları, kâr marjlarını kesintiye uğratarak, yo-yo endüstrisine yatırım yapmaya başlar. Sermaye bir endüstriden diğerine akar. Arz ve talep değişir. Fiyatlar değişir. Sonunda, sermayenin serbest akışını varsayarak, jelibon yapımcıları ve yo-yo yapımcıları aynı ortalama orandaki kârın tadını çıkarır.

Şimdi muammayı görüyorsunuz. Bir endüstri diğerinden daha fazla artı değer üretir ancak aynı oranda kâr elde ederler. BU NASIL OLABİLİR?

Eğer biz değerin ve artı değerin mübadelede yaratılamayacağını hatırlarsak, o zaman muammayı kolayca çözebiliriz. Öncelikle aşağıdaki iki ilkeyi not edelim:
1. Toplam fiyatlar toplam değerlere eşittir.
2. Toplam artı değer toplam kâra eşittir.

Ve bizim bilmecenin yanıtı şudur: artı değer, kapitalistler arasında ortalama bir kâr oranı oluşturmak için yeniden dağıtılır. Bu yeterince basit görünüyor olmalı çünkü mübadelede değerin yeniden dağılımını daha önce tartıştık.

Kapitalist artı değeri nasıl dağıtır? Birbirlerine posta ile mi gönderirler? Hayır. Bu yeniden dağıtım işini fiyatlar yapar. Bazı metaların fiyatları düşer, diğerlerinin yükselir ve böylece kapitalist mübadelede kâr oranlarını eşitleyecek biçimde artı değeri kazanır ve kaybeder.  Bu şekilde artı değer bireysel kapitalistin mülkiyeti olmaktan çok, kapitalist sınıfı ortak çıkarları olan emek sömürüsünde birleştirerek, bütün olarak kapitalist sınıfın mülkiyeti olur. Bu yeni fiyatları, ortalama bir kâr oranı oluşturmak için yeniden dağıtılan fiyatları, Marx "Üretim Fiyatları" olarak adlandırır.

Üretim fiyatları düzenli olarak değerden sapar ancak onlar değerlerle doğrudan ilişkilidir. Yaratılan artı değerin toplam düzeyi, bu yeni üretim fiyatlarını oluşturmak için yeniden dağıtılabilen değer miktarını belirler. Buna ek olarak, ortalama bir kâr oranına doğru eğilim, sadece bir eğilimdir. Arz ve talep gibi, kâr oranları da dalgalanır, asla dengelenmez.

Yöntem üzerine bir başka not

Fiyatı tartışırken aklımızda tutmamız gereken farklı etmenler olduğunu gördük.

Eğer kâr oranlarının eşitliği yoksa ve arz ve talep dengeli ise o zaman bizler fiyat = değer diyebiliriz.

Eğer kâr oranlarının mükemmel eşitliğini ve arz ve talebin dengede olduğunu varsayıyorsak, o zaman bizler fiyat = üretim fiyatları diyebiliriz.

Biz sonrasında arz ve talebin üretim fiyatları etrafında dalgalanmasına izin verirsek, piyasa fiyatlarını elde etmiş oluruz.

Bazen Marx sadece değerden söz eder, bazen üretim fiyatlarından söz eder ve bazen de piyasa fiyatından söz eder. Bunlar soyutlamanın üç farklı düzeyidir. İnsanlar tarafından yapılan birçok hata, mevcut durumda soyutlamanın hangi düzeyinin tartışıldığına dikkat etmemekten yapılır. Bohm-Bawerk, örneğin, bir yerde Marx'ın değer = fiyat ama başka bir yerde üretim fiyatları = fiyat demesinden şikâyet etmişti. O, Marx'ın kendisiyle çeliştiğini düşünmüştü. Ama Bohm-Bawerk Marx'ı biraz daha dikkatli okumakla ilgilenmiş olsaydı, Marx'ın analizlerinin pek çok soyutlama düzeyinde yer aldığını anlardı ve biz ne olup bittiğini anlamak istiyorsak, her zaman bu düzeyleri akılda tutmalıyız.

Bizler değer, üretim fiyatı veya piyasa fiyatından söz etsek de, Marx'ın sömürü, kriz ve kapitalist toplumun diğer bütün karşıtlıkları hakkındaki esas vargılarının hala geçerli olduğunu aklımızda tutmalıyız. Soyutlamanın düzeyi ne olursa olsun, değer mübadelede yaratılamaz ve artı değer yalnızca işçi sınıfının sömürüsünden elde edilebilir.

Sonuç

Biz sadece Marx'ın, kapitalist iş bölümü ve sınıf ilişkilerinin yeniden üretiminin meta mübadelesiyle düzenlenmesinin oldukça sağlam ve pratik bir açıklamasını yaptığı sonucuna varabiliriz. Kesinlikle konu hakkında söylenecek çok daha fazla şey ve incelenecek bir dizi anlaşmazlık var. WordPress blogumda, sizi bu konu hakkında daha fazla bilgi ve kaynağa yönlendirecek dipnotlar ve referanslar bulabilirsiniz.

Ve şimdi Marx'ın fiyat teorisinin, onun Neoklasik eleştirmenlerinden nasıl köklü bir biçimde farklı olduğunu görebiliriz. Neoklasik ekonomi için fiyat; bütün faydaların maksimize edildiği yerde dengenin, sükûnet halinin bir yansımasıdır.  Marx fiyat oluşumunu, kapitalistler işçileri kendi rakiplerinden daha fazla sömürmek için yarışırken ve böylece toplumun teknolojik temelini durmaksızın kökünden değiştirirken, daha da büyük bir süreç olan değer biçimlenmesi ve dağıtımı sürecinin bir parçası olan aralıksız dalgalanma süreci olarak tanımlamıştır.

Marx'ın fiyat teorisinden biz hemen kapitalist kriz teorisine geçebiliriz. Bir ortalama kâr oranının, değeri endüstriler arasında yeniden dağıtma eğiliminden dolayı, firmaları gittikçe makinelere daha fazla ve işçilere daha az harcamalarından alıkoymanın bir yolu yoktur.  Aslında süper kâr için yarış, kapitalistleri gerekli emek zamanı azaltmak için, işçileri daha üretken yapmak amacıyla makinelere daha fazla harcamaya zorlar. Bu, birey olarak kapitalistler kendi süper-kârlarını arttırmak için yarışırken, bütün bu zamanda ekonominin ortalama kârının bir bütün olarak düşmesi anlamına gelir. Kapitalist sınıf gittikçe artan yatırımlardan gittikçe azalan getiri oranlarıyla karşılaşırken, işçi kendisini gittikçe daha büyük bir makine kitlesiyle karşı karşıya bulur. Kriz için doğru bir zaman!

Dipnotlar: Aslında bu daha çok terimler ve konular sözlüğü gibidir.

Değer: Marx'ın terimleri esnek bir özelliğe sahiptir.  Farklı yerlerde daha fazla veya daha az şey ifade etmek için esner veya daralır. Bu Marx'ın şeyleri (ve süreçleri) sadece ilişkisel olarak anlamış olmasındandır. Şeylerin sadece diğer şeylerle ilişkili olmasıyla anlamı vardır. Değer, kapitalist toplumsal ilişkilerin tam merkezinde olması dolayısıyla, özellikle esnek bir terimdir. Marx "değer" dediğinde, bazen metaların mübadele değerinden, bazen meta haline gelen emekten, bazen de kapitalist topluma özgü toplumsal ilişkiler biçiminden söz ediyor. Değer teorisini anlamak; belirli bir bağlamda, değerin hangi belirli yönünden söz edildiğinin farkında olmamızı gerektirir. Marx'ın terimlerinin esnekliği hakkında daha fazla bilgi için Bertell Ollman'ın "Diyalektiğin Dansı" kitabına bakınız.

Nitelik-Nicelik: Değer teorisinin nitel ve nicel boyutları vardır. Bu bir toplumsal ilişkiler kuramıdır. Sermaye ve emek gibi kategorileri sadece içerik seviyesinde ele alan seleflerinin aksine, Marx bu şeylerin piyasa toplumunda aldığı biçimleri ile ilgilenmektedir.  Böyle bir toplumda değer ilişkileri biçimini alırlar ve bunlar belli kanunlar içerir, fetişizm, vb... gibi belirli toplumsal ilişkileri işaret eder. Değer teorisinin bütün bu niteliksel yönleri, birçok yönden, antikapitalist politikaların radikal zorluklarına dair bir kavrayışı formüle etmek için Marx'ın kuramının anlaşılması gereken en can alıcı yönleridir.

Ama değer teorisinin de değer-fiyat boyutuna baktığımızda ön plana çıkan niceliksel bir boyutu vardır. 20. yüzyılda, Marx'ın değer teorisinin niceliksel tarafı ile ilgili içsel tutarsız birşey olduğuna dair ısrarlı efsaneden dolayı, Marksistler, teorinin sadece niteliksel yönlerine odaklanarak bu niceliksel yönlerden uzak durmaya teşebbüs eden yaklaşımlar geliştirmek yerine; kendilerini değer teorisinin niceliksel yönlerinden uzak tutmaya kalkıştılar. Bu artık gereksizdir, benim Dönüşüm Sorunu üzerine videoma bakınız.

Dolaylı Toplumsal: Marx, emeği örgütlemenin bu özgün yoluna "dolaylı toplumsal" adını verir. Çeşitli şeylerin üretimine ne kadar emeğin harcanmasına karar verdiğimiz yerde bazı tür planları işletmek yerine, bizim emeğimiz piyasanın fiyat bildirimleri aracılığıyla dolaylı olarak dağıtılır. Özel emeği gerçekleştiririz. Emeği gerçekleştirdiğimizde, bu emek toplumsal emek değildir. Sadece, çalışmayı bitirdikten sonra emeğimizin ürünleri pazara girdiğinde, emeğimiz toplumsal hale gelir. Pazarda, emeğimizin toplumsal olarak yararlı olup olmadığını ve ortalama etkinlik seviyesinde gerçekleştirilip gerçekleştirimediğini anlarız. Isaac Rubin'in Dolaylı Toplumsal emekle ilgili burada iyi bir tartışması vardır.

Değere el koyma: Burjuva teorisi genellikle üretim faktörleri getirileri düşüncesinde, değere el koyma ile değeri yaratmayı birbirine karıştırır. Bir burjuva iktisatçı, bir toprak sahibinin kendi toprağından rant elde etmesinin toprağın değer ürettiği anlamına geldiğini ifade edebilir. Ama Marx'ın sisteminde sadece insan emeği değer üretebilir. Bir toprak sahibinin elde ettiği rant değere el koymadır. Değer başka bir yerde oluşturulur ve toprak sahibi ona el koyar. (Rant teorisi çok daha karmaşıktır, fakat bu ayrı bir konu) Veya riskin değeri oluşturduğunu duyabiliriz. Bu riskli girişimler, risk almayı cesaretlendirmek için daha büyük potansiyel ödüllere ihtiyaç duyuyor olabilirdi. Ama bir yatırımda büyük para ödülü elde etme (el konulan değer)  ve gerçekte değer yaratma arasında bir fark vardır.

Para: Marx parayı, kavramsal olarak emek zamanın cisimleşmesi olarak görür. Marx, bu teoriyi doğrudan kendisinin meta teorisinden oluşturur.  Metaların hem kullanım değeri hem de mübadele değeri vardır. Kullanım değeri metanın özel bir boyutudur, her nesneye ve onun çeşitli kullanımlarına özgüdür.  Mübadele değeri metanın evrensel, soyut boyutudur. Bu bir meta ve diğer bütün metalar arasındaki anlamsız niceliksel ilişkilerdir. Bu, sayılardır; nitelikler değil. Bu, kullanım ve mübadele değeri ayrımına yol açar. Mübadele değeri kendini para biçiminde metadan ayırırken, kullanım değeri metanın fiziki biçimi olarak kalır. Para, diğer bütün metaların karşısında kendilerini ölçtükleri bir meta haline gelir. Böyle olunca da, o değerin evrensel ölçüsü ve soyut emeğin evrensel ölçüsüdür. Marx'ın para teorisi, paranın meta olmayan biçiminin evrimleşmesi için yeterince tarihsel ve sağlam olmakla birlikte, soyut düzeyde para analizini para metasına (genellikle altın) dayandırır.  Para, değerini emek ürünü olduğu gerçeğinden alır.  Paranın kendisi kullanım değeri ve mübadele değeriyle bir metadır. Fakat onun para olarak kullanılması diğer metaların değerini ölçmede onun amacı haline gelir, bu paranın bazı özgül niteliklere sahip olmasına yol açar.  Bu dizide gelecekteki bir videoda, para konusunu daha derinlikli araştıracağım. Para ile ilgili okunacak en iyi şey, Marx'ın “Ekonomi Politiğin Eleştirisi"dir.

Eşitlikler: Marx bir bütün olarak iktisatta doğru olacak üç eşitliği oldukça iyi ele aldı: 1. toplam değer, toplam fiyata eşittir; 2. toplam artı değer, toplam kâra eşittir. 3. kârın değer oranının toplamı, kârın para oranının toplamına eşittir. Bu konu Marx'ın Kapitali'nin 3. cildinin 2. kısmında tartışılmaktadır.

Organik Bileşim: Değişmez semayenin değişir sermayeye oranına sermayenin organik bileşimi denir ve C/V olarak ifade edilir. Bir bütün olarak toplumdaki organik bileşimin daha yüksek olması, daha düşük bir kâr oranı demektir. Bu Marx'ın Kapital'inin 3. cildinin 8. bölümünde tartışılmaktadır.

Üretim fiyatları: Eğer kapitalistler değişmez sermayenin değişir sermayeye oranı ne olursa olsun, bir ortalama kâr oranı elde ediyorlarsa, nasıl üretim fiyatları iş bölümünü hala düzenleyebilmektedir? Ücretler ve artı değer metaların fiyatlarında içerildiği için, üretim fiyatları hala emek tahsis etmektedir. Ama evet, bu tahsisat ortalama kâr oranının olmadığı bir dünyada olduğu kadar pürüzsüz olmaz. Aslında biz zaten kapitalizmde kapitalistlerin işçileri makineler ile değiştirme yönünde sistematik bir eğilimleri olduğunu biliyoruz. Bu, geriye kalan işçilerin üretkenliğini arttırır, dolayısıyla kapitalistlerin, toplumsal olarak gerekli emek zamanın altında üretmelerini sağlar, böylece mübadelede süper-kârlar elde ederler. Üretim fiyatları, kapitalistlerin, daha düşük bir bireysel kâr oranıyla üretim yaptıkları için cezalandırılmadan, üretimi otomatize etmelerine izin verir.  Ama eğer şirketler gittikçe daha çok işçiyi makinelerle değiştirirlerse, o halde bütün bu makinelerin maliyetine oranla gittikçe daha az artı değer üretilir.  Bu bir bütün olarak ekonomide Kâr Oranlarının Düşmesine yol açar. Kapital'in 3. cildinde Marx'ın Üretim Fiyatlarının tartışmasından hemen Kâr Oranlarının Düşmesi teorisine geçmesinin nedeni budur.  Kâr oranlarının düşme eğilimi, tıpkı şu an içinde olduğumuz gibi, krize yol açabilir. Kâr oranı sadece yeterli miktarda sermaye değeri (üretim maliyetleri: işçiler, girdiler/hammaddeler) yok edildiğinde veya tekrar değerlendiğinde yenilenir/düzelir. Kâr Oranlarının Düşmesi videoma veya Kliman'ı ele aldığım yazılardan herhangi birine bakınız.

Girdi ve Çıktı fiyatları: Üretim fiyatları altında girdi ve çıktı fiyatlarını kuramlaştırmanın uygun yolu hakkında Marksistler arasında tartışma vardır. Kısacası, bazıları girdi fiyatlarının kapitaliste asıl gerçek maliyetlerinde değerlenmemesini, fakat onun bu girdileri yenilemek için gereken maliyetle değerlenmesini savunurlar. Buna girdilerin “yeniden üretim fiyatı” denir. Bunun arkasındaki mantık, girdilerin fiyatlarının yükselmesi durumunda, eğer üretime yarın tekrar devam edeceksem, ürünümü daha fazlası için satmam gerekmesidir. Bu, girdi fiyatlarının, çıktı fiyatlarını karşılamak için, geçmişe dönük olarak yeniden değerlendiği sabit bir dengeye yol açar.  Ama bu girdi ve çıktı fiyatlarını eşit tutma süreci dönüşüm sorununa ve bu problemin çeşitli kısmi çözümlerine yol açar. Buna karşılık Ardışık Tekil Sistem Yorumu (TSSI) bu girdi fiyatlarının çıktı fiyatları ile eşit olarak yeniden değerlenmemesini ama onun yerine çıktı fiyatlarının zaten geçilmiş olan periyodun değil, bir sonraki periyodun girdi fiyatlarını oluşturan bir zamansal süreci savunur. Girdilerin kendi 'yeniden üretim' fiyatlarında değerlenmesi yerine, TSSI ahalisi onları 'üretim öncesi yeniden üretim fiyatı' ile değerlendirir. Bu; girdinin üretime girmeden önceki “yeniden üretim fiyatıdır”. (Daha fazlası için Kliman'ın “Reclaiming Marx Capital“ makalesine bakınız.)

Dönüşüm Sorunu: Kısaca: Marx, üretim fiyatlarını biçimlendirmek için değerin mübadelede nasıl yeniden dağıtıldığını gösterdi. Bunu yapmak için de, kendi değerlerinden satın alınan girdilerin ürün fiyatlarına dönüştürüldüğü basit bir sayısal örnek ileri sürdü. Ama gerçek dünyada, kendisini eleştirenler, "girdiler ürün fiyatlarında satın alınırdı, değerlerinde değil!", diye ağladı. Denge teorisine göre girdi fiyatları ile çıktı fiyatları aynı olmak zorunda olduğu için (yukarıdaki Girdi ve Çıktı Fiyatları kısmına bakınız), bütün bunları çözmek için süslü bir matematik vardı. Netice: toplam fiyatlar ve toplam değerler artık birbirlerine eşit değildir. Ayrıca değer ve ürün fiyatı iki ayrı sistem içine ayrıldı ve aralarındaki ilişkinin ne olduğu açık değildi. Ardışık Tekil Sistem Yorumu (TSSI)'nun yanıtı ürünün çıktı fiyatlarının, bir önceki periyodun değil, bir sonraki periyodun girdi ürün fiyatları olduğunu söylemektir. Bu, dönüşümdeki matematiksel tutarsızlığı giderir ve ayrıca değerleri ve fiyatları, birbirleriyle metafiziksel olarak alakalı iki ayrı sistem olarak tutmak yerine, aynı sistemin bir parçası olarak tutar. Bu konu hakkında okunabilecek kitap Andrew Kliman'ın “Marx'ın Kapitali'ine iade-i itibar; Tutarsızlık Efsanesini Çürütmek".
Kendi garip yöntemimle bir kaç yıl önce konuyla ilgili bir video yaptım.

Soyutlama Düzeyleri: Marksistler değer kuramında soyutlama düzeylerini farklı şekilde kullanırlar. Bu sıklıkla dönüşüm probleminin geliştiği tuhaf yol nedeniyledir. Dönüşüm probleminin geleneksel yorumlaması değer ve üretim fiyatını, ilişkileri gelişigüzel bir şekilde matematiksel olarak dayatılan iki farklı sisteme ayırır.  Değerin bir şekilde üretim fiyatlarını belirlediği görülür ve sonrasında pazar fiyatları bu üretim fiyatları çevresindeki dalgalanmalar olarak görülür. Ardışık Tekil Sistem Yorumu (“Temporal Single System Interpretation”, TSSI) konuyla ilgili farklı bir tavır takındı. Görünen o ki, değer mübadelede yaratılır ama piyasa fiyatlarına satılır. Bu piyasa fiyatları girdileri, ürünlere ve çıktılara dönüştürür. Üretim fiyatları, piyasa fiyatlarının kendisine doğru çektiği eğilimsel fiyatlardır. Eleştirmenler TSSI'ın değer ve fiyat arasındaki önemli kuramsal ayrımları sildiğini ve sadece fiyatı geçmiş fiyatlar aracılığıyla açıkladığını iddia eder.  Ama TSSI, onun saçma metafizik aracılığıyla kesildiğini ve girdiler ve çıktıların bir zamansal, dalgalanan ekonomiyle ilişkili olduğu pratik bir yolun ayrıntılarıyla planlandığını iddia eder. TSSI'ın bu soyutlama düzeylerini anlayışındaki merkez nokta Marx'ın "fiyat değerin görünüm biçimidir" açıklamasıdır (veya daha kesin bir biçimde birinci cilt üçüncü bölümden "Değer ölçüsü olarak para, metalarda içkin değer ölçüsünün, yani emek-zamanın zorunlu görünüş biçimidir.") Böylece değer, fiyatların kulaklara fısıldandığı bir çeşit metafiziksel sistem içerisinde varolamaz. Bunun yerine, o değer olarak görünür ve yukarıda anlatılan yöntemlerle mübadelede dönüştürülür.

Neoklasik İktisat: Eğer neoklasik ortodoksluğun iyi bir eleştirisini arıyorsanız, bu konuda okumak için bir çok şey var. Okumak için o kadar çok şey olmasının nedeni ortodoks iktisadın gerçek dünyayla küçük bir alakası olmasıyla beraber tümüyle sis ve aynalardan ibaret, koca bir din olmasıdır. Benim videolarımı izlemek için çok fazla şey bilen izleyiciler, ilk olarak, bu videoda Pierro Sraffa'nın yüzünü bazı burjuva grup çekimlerinin içine fırlattığımı farkedeceklerdir.  Sraffa bir neoklasik iktisatçı değildir ve aslında neoklasik ortodoksluğun oldukça yararlı çok sayıda eleştirisinin mesuliyeti kendisine aittir. (Sraffacıların eleştirilerinin güzel bir özeti için Steve Keen'in "Ekonominin Kirli Çamaşırları"na bakınız). Yani Sraffa'yı bu kategori içine almam, benim için yanlış olur. Diğer taraftan, Sraffacılar hala, değerin ve fiyatın genel denge analizi aracılığıyla modellenmesinde ısrar ettikleri için Marx'ın dönüşüm yönteminde içsel bir tutarsızlık olduğunu öne sürüyorlar. Birçok 20. yüzyıl Marksistleri de Marx'ın Sraffacı eleştirisinden etkilenmiştir. Bu yaklaşımdaki birkaç sorunun iyi bir eleştirisi için Alan Freeman'ın "Walrasçı Marksizmin Psikopatolojisi” adlı müthiş makalesine bakınız. Freeman'ın bu makalesi, bir çoğu denge ekonomisine dair iyi eleştiriler içeren müthiş ve oldukça pahalı makaleler cildinde bulunur. Ben ayrıca Mark Linder'in "Anti-Samuelson"unu olduğu kadar Simon Clarke'ın hakkında burada da yazdığım "Marx, Marjinalizm ve Sosyoloji" yazılarını da beğeniyorum.

Değer ve Fiyat Üzerine Okuma Önerileri:

Kapital. 3. Cilt  Karl Marx. özellikle 10. bölüm

Değer, Ürün Fiyatı ve Piyasa Fiyatı Alan Freeman - Ana konuları oldukça iyi, kısa ve özlü şekilde ortaya koyan çok kısa bir makale.

Guglielmo Carchedi tarafından bir TSSI bakış açısıyla yazılan Politik Ekonominin Sınırları değer fiyat ilişkisinin oldukça sağlam bir açıklamasıdır.

Nicholas Howard tarafından yazılan Marx'ın Fiyat Teorisi ve Onun Modern Rakipleri kitabı son dönemlerde yayınlanan, konu hakkında benim ortaya koyduğuma karşı alternatif bir pozisyon alan (en azından birkaç noktada) bir kitaptır. Howard, TSSI halkından farklı olarak girdi fiyatlarının ve dönüşüm sorununun farklı bir görünümünü ele alır ve TSSI ve "Yeni Yorum" bu kitaptaki eleştiri konularıdır. Kitapta aynı zamanda, neoklasik Keynesçi ve Sraffacı fiyat kuramlarının oldukça kapsamlı bir eleştirisi vardır.

I.I. Rubin tarafından yazılan Marx'ın Değer Teorisi Makaleleri , kitabının çoğu değer kuramının daha nitelikli yönlerine adanmış olsa da, ürün fiyatı ve piyasa fiyatı konularını da içine alır. Rubin'in yaklaşımı hala bana bir denge çerçevesinde çamura saplanmış gibi görünse de kitabın bütünüyle harika olduğunu düşünüyorum.

20 Şub 2013

Değer Yasası 9: Soyut Emek


[Soyut Çalışma-Bölüm 1’in video üretimi benim (şimdilik M olarak adlandıracağım ve aynı zamanda editör olan) fantastik bir film yapımcım tarafından tamamlandı. O, videoya tutarlı, karanlık hava vererek gerçekten harika bir iş yaptı ve ben bu projede onunla birlikte çalışabildiğim için çok mutluyum.]

Para sizi gerçekten becerebilir. Evinizi kaybetmenize neden olabilir. İşe gitmenize neden olabilir. Hükümetlerin devrilmesine, savaşların çıkmasına, ormanların yerle bir edilmesine neden olabilir...

Tabi ki para kendi başına hiçbir şeydir: kâğıt parçaları, bilgisayardaki rakamlar... Ve tabi ki para, kelimenin tam anlamıyla evlerinizin kaybedilmesine, hükümetlerin devrilmesine, savaşların oluşmasına veya becerilmenize yol açmaz. Bunları yapan insanlardır. Para insanları bu gibi şeyleri yapmaya zorlayan tuhaf bir güce sahipmiş gibi görünür. Belli bir toplumsal güce sahiptir.

Para ne tür bir toplumsal güce sahiptir? O, bizim onda olmasını isteyebileceğimiz herhangi toplumsal bir güce sahipmiş gibi görünür. Toplumsal yaşamın pazar mübadelesi tarafından düzenlendiği bir toplumda, para bu toplumsal yaşamın herhangi bir yönünü satın alma, herhangi bir eyleme zorlama, herhangi bir karmaşık faaliyeti düzenleme becerisine sahiptir. Ne kadar çok paramız olursa, o kadar çok bu toplumsal gücü yönetme becerimiz olur. Bu özgül olmayan bir güçtür: Herhangi belirli bir faaliyete, metaya veya kişiye bağlı değildir. Bu soyut olarak toplumsal bir güçtür.

Bu, silah veya tank biçiminde bir toplumsal güç değildir. Bu, metalar arasındaki niceliksel ilişkileri ölçmek için kullanılan, tuhaf değer simgeleri biçiminde olan toplumsal güçtür. Bu soyut toplumsal güç başka bir isimle ifade edilir: değer. Toplumun değer kuralına olan bağlılığını biz "Değer Yasası" olarak adlandırıyoruz.

Başka zaman ve yerlerde toplumsal güç bir kılıç şeklini aldı. Bu doğrudandı, somuttu. Ama değer, bunun gibi değildir. O soyuttur. Onun nereden geldiğini nereye gittiğini bilmeyiz. Bu %1'den gelmez. Bu Amerikan Merkez Bankası'ndan gelmez. Bu belirli bir toplum örgütlenmesinden gelir. “Soyut olarak değerin varlığı için ne tür bir toplum örgütlenmesi gereklidir?"

Bu sadece akademik bir soru değildir. Bu soru kapitalizmi nasıl anladığımızın ve kapitalizme alternatifleri nasıl tasavvur ettiğimizin özüne iner. Çoğu zaman, sermayenin egemenliğini sonlandırmak için oldukça farklı reçeteler duyarız: özel mülkiyetin kaldırılması, ücretli emeğe son verme, devleti ele geçirme, devleti ortadan kaldırma, parayı demokratlaştırma, parayı ortadan kaldırma ve benzeri. Kapitalist toplumu oluşturan bir çok farklı görünüş, içsel ilişkilerin yoğun örgüsünde iç içe geçmiş bir çok farklı parça vardır ve hepsi de yaşamlarımızın üzerinde değer ilişkilerinin egemenliğinin işaretini taşırlar. Parçaların bütünle ilişkisini nasıl anladığımız, anti-kapitalist bir projeyi nasıl anladığımızı etkiler.
Yani, "Soyut olarak değerin varlığı için ne tür bir toplum örgütlenmesi gereklidir?" diye sorduğumuzda, kapitalist toplumun içsel ilişkilerinin keşfi için zemin hazırlamış oluruz.

Serbest piyasa

Burjuva teorisi kendi bakış açısını piyasa alanına göre sınırlama eğilimindedir. Bu yüzden o, kapitalizme her zaman "ücretli işçi toplumu" veya "üretim sistemi uğruna üretim" demek yerine "serbest piyasa toplumu" veya "serbest girişim sistemi" der. Bu dar bakış açısıyla bakıldığında, bizler yalnızca kendi özgür iradesiyle karşılıklı yararlı mübadeleler yapan bireyleri görürüz. Bu açıdan bakıldığında, değer, piyasa aktörleri arasındaki karşılıklı anlaşmaların iyi niyetli bir yan ürününden başka bir şey değilmiş gibi görünür. Bu bakış açısının iyi niyetli doğası sadece karşılıklı yararı savunan anarşistleri değil aynı zamanda anti-kapitalist görüşleri içerisinde pazar mübadelesinin bazı unsurlarını korumak isteyen bazı sosyalistleri de etkiler.

Ama mübadelenin bu dar resmi aslında soyut olarak değerin görüngüsünü açıklamak için yeterli değildir. İki Robinson Crusoe çölde ticaret için karşılaştıklarında, onların mübadeleleri hiç de soyut değildir. Bu ilişkiler daha çok somut kişisel arzuları ile ilgilidir. Bu, metalar arasındaki düzenli, öngörülebilir mübadele oranlarını gözlemleyebileceğimiz, mübadele yoluyla örgütlenmiş toplumlarda tamamen başka bir şeydir.

Şeyler arasında öngörülebilir, güvenilir mübadele oranları oluşturabilmemiz için, mübadele etmek zorunda olduğumuz şeylerin miktarı, yarın elimizde ne kadar olacağı ve bunun gibi şeylere dair bazı öngörülebilir bilgiler olmalıdır. Bazı öngörülebilir kaynaklara sahip olmalıyız. Sürekli olarak bu kaynakların yenilenmesini sağlayan güç tabi ki insan emeğidir.

Bu, bize soyutlamalar tarafından yönetilen toplumumuzun daha bütünlüklü bir resmini verir. Bu toplum, sadece serbest mübadele toplumu değil, aynı zamanda bu mübadelenin üretim tarafından düzenlendiği toplumdur. Metaların insanlar tarafından üretilmesi, bu metaların hem talebini hem de arzını oluşturur. Metalar arasındaki mübadele oranları, kendi değerleri, bu toplumsal emek sürecini düzenleyen göstergelerdir. Böylece biz mübadele ve üretimin sürekli birbirini düzenlediği bir topluma sahibiz. Meta değerlerinin pazardaki hareketleri ardında, emeğin bir görevden diğerine hareketinin paralel süreci yatar. Paranın toplumsal gücü, değeri, onun bu emek üzerinde dolanıp durma becerisinde yatar.

Soyut Emek

Eğer paranın soyut toplumsal gücü emeği ölçme ve denetim altında tutabilme becerisinden geliyorsa, bu emek ne tür bir emektir? Örme? İnşa etme? Şarkı söyleme? Bu herhangi bir emek türüdür. Genel olarak emek. Soyut Emek.

Biz, ne tür bir toplumun soyutlamanın kurallarını ve değer yasalarını mümkün kıldığını sormakla başladık. Pazar mübadelesinin yüzeysel görünümünün içine nüfuz ettikten sonra, metalar arasındaki değer ilişkilerinin doğrudan bu metaları üreten emekle ilişkili olduğu bir toplum olduğunu bulduk. Ve şimdi bu değer ilişkilerinin soyutluğunun, emeğin soyut doğasıyla paralel olduğunu gördük. Bu, ne tür bir toplumun bu çeşit soyutlamaları mümkün kıldığı sorumuza yanıt verir mi?

Hayır.

Bazen Marx "soyut emek" kavramı yüzünden eleştirilir. Bazıları "Marx için bütün bu değişik türde emeği teorik olarak eşitlemek nasıl mümkün olabilir?" diye sorar. Kol emeği ve kafa emeği? Vasıflı ve vasıfsız emek? Vs? Onlar "Emek hiçbir zaman soyut değildir", "her zaman emeğin belirli bir türü vardır" diye iddia ederler.

Marx'ın yanıtı kendine özgüdür: Bütün bu farklı emek türlerini teorik olarak eşitlemek zorunda değiliz. Toplum bunu bizim için yapar. Toplum zaten bütün emeğe soyutlamaymış gibi davranır. Bireyler olarak bizim için işimiz çok somut ve çok önemli görünür. Ama aniden ekonomik kriz yüzünden işimizi kaybettiğimizde, işlerin başka ülkelere taşındığını gördüğümüzde, bütün vasıfların makinalarla değiştirildiğini gördüğümüzde, bizim kendi geçimimizin kapitalizm için bir anlamı olmadığının farkına varırız. Sermaye için, işimiz sadece, koca bir kâr hesaplayıcısının soyut birimidir. Biz sadece oradan oraya taşınan bir rakamdan ibaretiz. Bu anlamda, işimiz bize çok özel ve somut görünse bile, kapitalizm için tümüyle soyuttur. Bütün mesele onun değer üretmesidir.

Eğer soyut emek felsefi bir fikir değil fakat gerçek bir görüngü, kapitalizmin kendisi tarafından yapılan gerçek bir soyutlamaysa, bu bizi tekrar sormaya yönlendirir: ne tür bir toplum bunu mümkün kılar?

Yanıt şudur:

Emeğimizin, kapitalizmin kâr hesaplayıcısının soyut bir birimi olması için, sermayenin işimize sahip olması gerekir. Çalışma süremiz bir meta olmalıdır. Değer yasasıyla yönetilen bir toplum, ücretli emeğe ihtiyaç duyar.

İnsanlar meta değildirler ama çalışma becerileri metadır. Buna "emek gücü" denir. Metaları satın alma ve satmanın iş bölümünü düzenlediğini ve emeği farklı görevlere bölme işaretleri gönderdiğini söyledik. Bu sadece emek gücünün kendisi satın alınabilen, satılabilen ve dolaşabilen bir meta ise mümkün olabilir. Ücretli emek, "piyasnın gizli elinin" emeğin girdilerini dolaştırdığı mekanizmadır.

Sonunda, ilk baştaki sorumuza yeterli bir yanıt bulabildik: ne tür bir toplum, değer yasasını, toplumun değerin soyutlamasına itaatini mümkün kılabilir? Değer soyutlamasının, emek soyutlamasına bağlı olduğunu gördük. Ve bu soyut emek, emek gücünün bir meta olarak varlığına dayanır. Emek-gücü bir meta olduğunda o emeğin özel kullanımları sermayeyi ilgilendirmez. Bütün önemli olan, kârın, bu emeğin sömürülmesiyle elde edilebildiğidir. Bu emeğin süveter mi ördüğü veya silah mı ürettiği önemli değildir. Haftada 80 saat çalışmamızın veya tehlikeli işlerimizin olmasının önemi yoktur. Madenler üzerimize çökse de farketmez. Yerimize robotların geçmesinin veya işimizin başka bir yere taşınmasının bir önemi yoktur. İşsizliğin ücretlerimizi aşağı çekmesinin bir önemi yoktur. İşimiz sadece değer üretiminin, toplumsal güç üretiminin bir girdisidir. Sermaye herhangi bir amaca yönelik olmadan sadece kendi uğruna bu değerin, bu toplumsal gücün genişlemesidir.

Değer toplumsal bir güçtür, çünkü insanlara hükmeder. Onların zamanını satın alır ve onlara isteğini yerine getirmelerini emreder. Bunu işçinin veya tüketicinin iyiliği için yapmaz. Bunu %99'un veya %1'in iyiliği için yapmaz. Bunu kendi iyiliği uğruna değer üretmek için yapar. Bu süreçten ciddi boyutlarda yararlanan bazı insanlar olsa da, bunun insani bir amacı yoktur.

Konu derinleşir.

Oysa bu soruya yanıtımız hala diğer sorulara işaret eder. Ücretli emeğin baskın emek biçimi olabilmesi için ne tür bir toplum gerekli? İnsanların kendi üretim araçlarına erişiminin olmadığı ama onun yerine hayatta kalmak için piyasada emek güçlerini satmak zorunda olduğu bir topluma sahip olmalıyız. Bu, özel mülkiyet, bu özel mülkiyeti korumak için bir kapitalist devlet ve bizi pasif tutmak için bir sürü uyuşturucu ve yumuşak bir caz gerektirir. Bu nedenle, değer yasası ne zaman çöküyor gibi gözükse, tıpkı ekonomik bir krizde olduğu gibi, hükümet değer ilişkilerinin pürüzsüz işleyişini yenilemek için bir adım atmak durumundadır.

"Soyut olarak değerin varlığı için ne tür bir toplum örgütlenmesi gereklidir?" şeklindeki sorumuza verilecek basit bir yanıttan ziyade, toplumsal süreçlerin karmaşık örgüsüne ulaştık. Damgalayacak tek bir temel kötülük bulamadık. Bunun yerine, değer sorusuyla örtüşen birbirinden farklı birçok boyut olduğunu gördük. Her biri değer yasasının farklı bir yönünü yansıtan, toplumsal güç, değer ilişkileri, sınıf, mülkiyet ilişkileri ve devletin tümü tahlilimizle ilişkilidir.

Sonuç

Öyleyse, eğer sermayeyi devirmek istiyorsak, bu bütünün hangi parçalarından kurtulmamız gerekiyor? Bana göre tüm bunlardan kurtulmamız gerekir: değer, para, soyut emek, ücretli emek, sermaye, özel mülkiyet, "devlet"...vb. Kimileri bu kadar hevesli olmayabilir. Bu konudaki farklı politik fikirler, kapitalist toplumu bir araya getiren içsel ilişkileri farklı şekilde anlamaktan gelir.

Piyasa sosyalistinin görüşüne göre, tüm yapmamız gereken işyerindeki sınıf ilişkilerini, kooperatif işyeri ile değiştirip, pazar mübadelesini aynen korumak gibi görünür. Ama böyle işbirlikli bir toplumda da hala ücretli emek, toplumsal olarak gerekli emek zaman, soyut olarak değer ve soyut emek bulunurdu. Kooperatifler yine de üretimi artırmak ve rekabette kalmak amacıyla artı değer üretmek için rekabet tarafından zorlanacaklardı. Üretim, hala toplumu iyileştimek için değil, artı değer üretmek için olacaktı. En etkili ve başarılı firmaların, kooperatif yapısının en az, emek disiplininin en çok olduğu firmalar olacağı muhtemeldir.

SSCB'nin ve Çin'in 20. yüzyıl komünizmi için, başlangıçta işçi sınıfının öncü gücü tarafından devlet iktidarının ele geçirilmesi, mülkiyetin kamulaştırılması, enternasyonalizm ve üretimin bir plan dâhilinde yönetiminin kapitalist üretim tarzından kopmak için etkili olduğu düşünülüyordu. Ancak planlamacıların planları sonunda, en despotik kapitalist üretim yerlerinin planlarına benzemeye başladı. Dünya pazarında yarışabilmek amacıyla planlamacılar işçilerden çıkarabilecekleri en yüksek artı değeri çıkarmaları gerektiğini buldular. Hâlâ ücretli emek, toplumsal olarak gerekli emek zaman, artı değer ve soyut emek vardı. Taşıma bandının Sovyet Rusya'ya getirildiği yılda onlar değer yasasının sosyalizme uygulandığını iddia etmek için ders kitaplarını gözden geçirdiler.

Bu anti-kapitalist politika konusunda ciddi olmak istiyorsak, kapitalizm analizimiz konusunda da ciddi olmamız gerektiği anlamına gelir. Bizim gerçekten ortadan kaldırmaya çalıştığımız nedir? Ve hangi örgütlenme biçimleri gerçekten etkili bir biçimde kapitalizmin yerine geçebilir?



BÖLÜM 2: Soyutlama

"Soyut" kelimesi çok farklı şey ifade edebilir. Bir resim, eğer temsili nesnelere atıf içermiyorsa soyuttur. Bir fikir, eğer somut örnekler dünyasının dışına çıkıyor ve genel ilkelerle uğraşıyorsa soyuttur. 9. videoda anlattığımız gibi, Marx "soyut emek"ten söz ettiğinde, bu terimi özgün bir şekilde kullanmıştır. Marx'a göre soyut emek soyutlaması filozofların zihninde gerçekleşen bir şey değil. Bu gerçekte olan bir şeydir. Bu bir "gerçek soyutlama"dır.

Bu, kısa tamamlayıcı Soyutlama konusundaki videoyu desteklemek için yeterli, ilginç bir öneri gibi görünüyor.

Soyutlamak ya da Soyutlamamak

Soyutlamak ne anlama geliyor? Biz her zaman soyutlarız. "Kadın" dediğimizde somut, belirli bir kadından söz etmiyoruz. Genel olarak kadınlardan söz ediyoruz. Ancak, soyut olarak kadın diye bir şey yoktur. Onunla barda karşılaşıp, ona bir içki ısmarlayamayız. Sadece somut, belirli kadınları deneyimleyebiliriz.

Karmaşık bütünlüğü içinde kapitalist bir toplumun sadece kendi somutluğuna, sadece trilyonlarca bireyin hepsi aynı anda meydana gelen belirli hareketlerine bakmaya kalkışmak çıldırtıcı olurdu. Geniş bir somut davranışlar alanını genel olarak kapsayan soyut kavramlar bularak kalıpları bir kenara koymak zorundayız. Pirinç, tanklar ve DVD'ler yerine metalar hakkında konuşmak zorundayız. Marangozluk, dişçilik, bisiklet tamirciliği yerine emek hakkında konuşmalıyız.
"Soyut" kelimesini kullandığımızda, fiil olarak soyutlama eylemini veya isim olarak soyutlamamızı oluşturan kavramı kastedebiliriz.

Kapitalizmin karmaşık bütünlüğünden çıkarmak için seçebileceğimiz ve en önemli, temel belirleyici soyutlama olarak nitelendirebileceğimiz birçok soyutlama var. Kendi soyutlamalarımızı biçimlendirirken yapmamız gereken tercihler var.  Soyutlama yöntemimiz ve parçaları biraraya getirme yöntemimiz açıklamaya çalıştığımız o bütünü nasıl anladığımızı belirler.

Analizimizde değerin soyut emeğin bir ifadesi olduğunu ve bu soyut emeğin meta mübadelesi aracılığıyla üretim örgütlenmesinin doğrudan sonucu olduğunu bulduk. Biz ayrıca bu örgütlenmenin sadece emek gücünün kendisi alınıp satılabilir bir meta olduğunda etkili olduğunu belirttik. Ve emek gücü sadece mülkiyet ilişkisinin özel bir biçimiyle ve bu mülkiyet ilişkisinin istikrarını garanti edebilecek devletin özel bir biçimiyle meta haline gelir. Böylece analizimiz değerin soyutluluğunu ve soyut emeği toplumsal örgütlenmenin somut biçimine "dayandırdı".
Gerçekliğin arkasında soyut bir öz aramaya koyulan analitik yaklaşımın yerine karşıt yaklaşımı uyguladık: değerin soyut fikrinden yola çıkarak, bu soyutlamayı mümkün kılan bütün bir dünyanın somut bir resmine vardık. Çoğu kez felsefede gündelik gerçekliğin somutluğu arkasındaki soyut varlıkları veya özleri tanımlamaya çalışan insanları görürüz. Marx ise tersini yapmak ister. O, değer soyutlamasını mümkün kılan toplumsal örgütlenmelerin özgül biçimlerini tanımlamak ister.
Soyuttan somuta doğru bu hareket aynı zamanda Hegel'in diyalektik yönteminin anahtar özelliğidir. Oysa Marx'ın bu yöntemi kullanma biçimi oldukça farklı: Marx'ın soyutlama yöntemi kapitalizmin gerçek toplumsal pratiklerine dayanmaktadır.

Soyut bir terim olarak "kadın" hakkında konuştuğumuzda hiçbir zaman "genel olarak kadın" ile karşılaşamayacağımızı, yalnızca belirli, özel bir kadınla karşılaşabileceğimizi belirttik. Bununla beraber "genel olarak değer" ile karşılaşabiliriz. Aslında, biz bunu hergün cebimizde bizimle beraber gezdiririz. Bu paradır. Yani değer soyutlaması, zihinsel veya felsefi bir şey değildir. Gerçek bir şeydir. Bu yüzden Marx kapitalizmin analizine değer biçiminin analiziyle başlar.

Ayrıca bu kapitalizmi anlamada Marx'ın yöntemini diğer burjuva yöntemlerinden ayırır. Von Mises gibi Avusturyalı ekonomistler için kapitalizmin teorisini çerçeveleyen temel soyutlama, özgür insan eylemlerinin soyutlamasıdır. Ama hiç bir zaman soyutta "insan eylemi" göremeyiz. O sadece felsefik bir araçtır ve bu yüzden felsefik bir sistem için, ideolojik olarak güdümlü başlangıç noktası olma konusunda çıkarımlarda bulunarak, keyfi bir başlangıç noktası olarak görünür.

Soyut emek gerçek bir soyutlama olduğundan dolayı bizim bu soyutlamadan inşa ettiğimiz teorik sistem, burjuva felsefesinde yaptığımız gibi, sadece verilen bir başlangıç noktasından kafamızdaki ilkeler ve düşüncelerle mantıksal olarak çıkarılan anlamların sorgulanması değildir. Aksine, buradaki soyutlama gerçek olduğundan, bu soyutlamayı gerçek toplumsal pratiğe dayandırmayı denemekle ilerlemeliyiz. Bu antropolojik bir araştırma haline gelir. 9. videoda, bizi analizimizde sürekli ileri sürükleyen sorunun "ne tür toplum bu soyutlamayı mümkün kılar?" sorusu olmasının nedeni budur. Bu tip bir soyutlamayı ortaya çıkaran toplumsal pratiklerin karmaşık sistemini açığa çıkarmak zorundaydık. Analizimizi gerçek toplumsal pratiklere dayandırdığımız bu gibi bir yaklaşım bizi fetişizm tuzağına düşmekten kurtarır.

Fetişizm

Çeşitli videolarda farklı açılardan ele alarak meta fetişizminden söz ettik. Bir anlamda fetiş kötü bir soyutlamadır. Bir fetiş, bütünün toplumsal gücünü, bütünün yalıtılmış, soyutlanmış bir parçasına iliştirir. Örneğin, "para güçtür" derken, değer biçimi tarafından hükmedilen emeğin toplumsal gücünü kastediyoruz ve onu küçük kâğıt parçalarına atfediyoruz. Paranın özünde toplumsal güç varmış gibi davranmak bir fetiştir.

Öte yandan, paranın toplumsal gücü, sırf süslü teorilerimizle fetişi açığa çıkardık diye kaybolmaz. Para gerçekten güçlüdür, çünkü değer gerçek bir soyutlamadır. Bu, Marx'ın fetiş iddiasını oldukça gizemli ve aldatıcı hale getirir. Bu kötü bir soyutlama yapmak ve bütünün gücünü bütünün bir parçasına atfetmek için bir şeydir. Bu soyutlama, teori ile değiştirilemeyen gerçekten varolan bir görüngü olduğunda, oldukça farklı bir şeydir.

Bulunduğumuz noktaya dayanarak iki farklı konuyu tartışabiliriz. Bir yandan para ve meta sadece nesnedirler ve herhangi bir içkin toplumsal güçleri yoktur. Değerlerini ve toplumsal biçimlerini, güçlerini emeğin özgül bir örgütlenmesinden türetirler. Öte yandan, para ve metaların toplumsal gücü bir yanılsama değildir. Kapitalist bir toplumda onların gerçekten değeri ve toplumsal gücü vardır. Fetiş gerçektir.

Kapitalizm hakkında düşündüğümüzde, meta fetişizminin bu tuhaf görüngüsü, bütün karışıklıklara öncülük eder. Bu, insanların, paranın içkin değerinin olduğu, sermayenin emek olmadan kendi artı değerini oluşturduğu ve mübadele değerinin metaların maddi özelliklerinden geldiği sonucuna varmalarına neden olabilir.

Marx sadece bu gibi düşünceleri redetmekle kalmaz. Bunun yerine onları, bizim henüz tartıştığımız, yaptığımız gibi aynı türden analizlere bağlar; bu düşünceleri gerçek toplumsal pratiklere dayandırmaya odaklanır. 9. videonun tümü paranın içkin bir değerinin olduğu düşüncesinin Marksist bir eleştirisi olarak görülebilir. Fikri red etmek yerine, bizler paranın gücünün olduğu gerçeğini kabul ediyoruz. Daha sonra da bu gücün paranın maddi özelliklerinden kaynaklanmadığını, fakat emeğin toplumsal örgütlenmesinin özel bir türünün sonucu olduğunu gösteriyoruz. Böylece biz bunun gibi bir düşüncenin, paranın güç olduğu düşüncesinin, toplumsal ilişkilerin özgül bir biçiminin sonucu olduğunu gösterebiliriz. Bu şekilde Marx, burjuva teorisinin istikrarını bozdu. O, burjuva düşüncelerini alır ve onların neden mümkün olduğunu gösterir.

Soyutlama üzerine bir ek not:

Analizin her adımında “değer”in anlamından kastettiklerimiz değişiyor. Metalar arasındaki mübadele oranlarını mı kastediyoruz? Bu metaların üreticileri arasındaki ilişkileri mi? Ücretli emeği mi? Özel mülkiyetin bütün kurumsal özelliklerini ve değer yasasına eşlik eden devlet şiddetini de mi hesaba katıyoruz? Tüm bu soruların cevabı "evet"tir. Diyalektik olarak düşündüğümüzde, bizim soyutlamalarımızın Bertell Ollman'ın "genişletme" dediği bir esneklik boyutu var. Soyutlamalarımız yanıtlamaya çalıştığımız sorulara bağlı olarak, daha çok veya daha az unsur içerebilir. Üretkenlikteki değişmelerin fiyatlara etkisinden söz ettiğimizde, bizim "değer" kullanımımız meta fiyatlarını emek zamanıyla ilişkisi içerisinde kapsar. Varolan ekonomik krizlere eşlik eden politik krizlerden söz ettiğimizde, "değer ilişkileri", değer üretiminin çelişkileriyle ilgili olduğu ölçüde, daha derin politik kurumlar kümesine işaret eder. Soyutlamamız ne sorduğumuza bağlı olarak teorik alana daha az veya daha çok genişletilebilir.

Ek Okuma Önerileri:
Kapital vol. 1 giriş bölümleri - Marx

Ekonomi Politiğin Eleştirisi, Bölüm 1 - Marx

Diyalektiğin Dansı - Bertell Ollman

19 Şub 2013

Değer Yasası 8: Özne/Nesne


Marx'ın değer teorisine karşı çıkılan daha yaygın itirazlardan biri - en azından burada sanal ortamın teorik boşluğunda - subjektif değer teorisi tarafından ortaya atılan itirazdır. Her ne kadar bu modern itirazlar çoğu kez üstünkörü ve basit tonda olsa da, bunlar bir hayli eski tartışmanın yankılarıdır. Marksistlerle Avusturyalı iktisatçıların 1800'lerin sonu 1900'lerin başlarında gerçekleştirmiş olduğu tartışmalar kadar geriye gitmektedir. Bohn-Bawerk ve Mises gibi Avusturyalı düşünürler serbest piyasa ve özel mülkiyetin sâdık savunucularıydılar, kapitalizmi insan özgürlüğünün nihai ifadesi olarak görüyorlardı. Marx'ın ekonomiye dair fikirlerinin devrimci meydan okumasına karşı, alternatif bir iktisat bakışı geliştirdiler. Buna göre ekonomik değer insan emeği ile değil bireylerin subjektif değer biçmeleriyle belirlenmekteydi.

Avusturyalılar kendi teorilerini marjinal fayda teorisi olarak da bilinen Subjektif Değer Teorisi (SDT) olarak isimlendirdiler ve Marx'ın teorisine de Objektif Değer Teorisi dediler. Marx'ın kendisi teorisini tanımlamak için hiçbir zaman bu tür bir dil kullanmadı, çünkü böylesine basit ikili karşıtlık, teorisini birçok ince ayrıntı ve derinliğinden yoksun bırakabilirdi. Buna rağmen, Marx'ın savunucuları bu ikili karşıtlığı, Marx'ın olduğu varsayılan "objektif" değer teorisini sâdık şekilde savunarak sıklıkla kabul etmişlerdir. Biz gerçekten Marx'ın değer teorisini anlamak istiyorsak, bundan daha derini deşmeye ihtiyacımız var.

İlk olarak, değer teorisi ile ilgili bu tartışma, günümüz kriz ve politik çalkantı dönemlerinde çok ta acil olmayan tamamen akademik bir konu olarak görülebilir. Ancak değer teorisi, herhangi bir kapitalizm teorisinin merkezinde yer almaktadır ve bu nedenle eğer kapitalizmin krizini anlamak istiyorsak tartışmak son derece yerindedir. Subjektif-Objektif tartışması fiyatların nasıl kuramlaştırıldığıyla ilgili akademik bir kavgadan daha fazlasıdır. Dünyaya iki rakip bakışla ilgili bir tartışmadır, biri kapitalizmi derinlemesine savunan, diğeri radikal olarak onu eleştiren.

Her ne kadar ana akım neo-klasik iktisat, Avusturya okulunun özellikle aşırı kapitalist savunusundan kendini uzak gibi görmekteyse de, ikisi de Marjinal Fayda Teorisinde ortak kökeni paylaşmaktadır (1). Bu ekonomik kriz, kendi modellerine uymayan ekonomik kriz karşısında ideologlar geveledikleri, dilleri sürçtüğü, marjinal fayda teorisi gibi pek çok temel teorilerini tartışmaya açtıkları için ana akım iktisadın mutlak iflasını gün yüzüne çıkardı. Bu krizde, egemen ideolojinin başarısızlğını anlamak önemlidir, böylece ne için savaştığımızı ve kendi hareketimizde bu hataları nasıl tekrar etmeyeceğimizi bilebiliriz. Bu nedenle, ekonomiye subjektif veya marjinalist yaklaşımın temel başarısızlıklarından bazılarını sergileyen bu videoda biraz zaman harcamamız gerekecek.

Tüm ideolojilerin kutsal sözü “burada işler böyle yürür”. İktisat profesörleri ve sağcı âlimler bu deyimi kullanmayı severler. Fabrikalar kapandığında, bize "burada işler böyle yürür" derler. İnsanlar yoksul olduğunda ve kötü koşullarda yaşadığında, bize piyasada işlerin böyle yürüdüğü ve yoksulların kendisi dışında kimsenin suçlanamayacağı söylenir. Bu savı öne sürmektedirler; çünkü onların piyasa teorileri, subjektif değer teorisine dayanır. Eğer ekonomik değer, Marjinal Fayda teorisinin iddia ettiği gibi subjektifse, o zaman piyasa isteklerimiz için sadece bir takas merkezidir. Rekabet eden subjektifliklerimizin mümkün olan en iyi organizasyonunu sağlamak için, kıtlık ile ihtiyaç ve tüketimleri ayarlayan geniş, bilinçsiz, demokratik bir ağ olarak hizmet vermektedir. Bu piyasa sürecinin sonuçları eleştirilemez; çünkü o sadece, bizim isteklerimizin kendiliğinden oluşan sonucudur. Bir şeyler yanlış gidiyorsa suçlayacak kimse yoktur. Sorumluluk milyonlarca birey arasında dağıtılmıştır. Avusturyalı bakış açısına göre eleştirebileceğimiz tek şey; birlikler, toplumsal hareketler veya hükümet gibi bu piyasa sürecine müdahalede bulunmaya çalışanlardır.

Eğer değer tamamen subjektifse, sömürü teorisine de sahip olamayız. Toplumsal ürünün; işçilerin ücretleri, kapitalistlerin kârı ve toprak sahiplerinin rantı şeklinde bölünmesi bu toplumsal sınıfların gücü ile açıklanamaz. Bunun yerine, işçiler ve kapitalistler tarafından serbest sözleşme yaparken alınan subjektif kararlara ilişkin girdilerin kıtlığı gibi, tamamen teknik faktörlerin sonucu olarak görülmektedir. Sınıflar teorisi yerine, elimizde piyasada hepsi eşit olarak görünen salt bireylerin teorisi bulunuyor. Ve bireylerin her zaman subjektif değerleri olduğu için, subjektivistler kapitalizmin evrensel insan karakterinin ifadesi olduğunu ve değişime tabi belirli tarihsel bir biçim olmadığını öne sürebilmektedirler.

Kısıtlı ücretimizi harcamak için bir bakkal dükkânına gidip Coca Cola ve Pepsi arasından seçim yapacağımız zaman bu kesinlikle doğrudur. Ama eğer bu türde bir seçim insan özgürlüğünün en son ufkuysa, o halde biz insan soyu olarak gerçekten çok fazla şey başaramamışız demektir. Subjektivistler; kendilerini Kola ve Pepsi arasında seçim yapma şeklindeki tüketici davranışının karmaşık modelleri ile meşgul ederlerken, bu seçimlerin üzerinde hiçbir tercihimizin olmadığı daha büyük kurumsal düzenlemeler bağlamında oluştuğu gerçeğini gözden kaçırıyorlar.  İşte, Marx'ın ilgilendiği bu daha büyük yapılardır: özel mülkiyet, ücretli-emek, meta mübadelesi ve değer yasası. Marx'a göre piyasa bizim üzerimizde egemenlik kuran kör iktisat yasalarının olduğu bir yerdir. Orada özneler güçsüzdür ve orada para ve metalar gibi nesneler toplumsal güçlerle doludur. Bugün, bu ekonomik kriz karşısında dünyadaki en güçlü insanların ve devletlerin çaresizce debelendiğini izlerken hepimiz bu gerçeğin oldukça farkındayız. Değer Yasası insanlara emreder, insanlar boyun eğer.

Açıklığa Kavuşturma Noktası

Büyük karmaşa, "değer" sözcüğünün farklı anlamlarda kullanılması gerçeğinden gelmektedir. Bazı insanlar, sen ve ben alışverişe gittiğimizde kişisel değer kararı verdiğimiz için bu kararlar metaların değerinin kaynağı olmalı diye düşünüyor. Ama kafamızda yarattığımız kişisel değer kararları metaların değerlerinin mübadelesindekiyle aynı şey değildir. Metaların diğer metalarla mübadelesini sağlayan niceliksel oranlarda mübadele değerleri vardır. İnsanlar ölçülebilir veya niceliksel olmayan değer kararları verebilirler.  Sırf iki görüngü için aynı sözcüğü kullanmamız hiçbir şekilde ikisinin aynı şey olduğu veya ikisi arasında herhangi bir ilişki olduğu anlamına gelmez. Bu bağlantı kanıtlanmalı. Birçok mantıksal hata aynı kelimenin bu iki kullanımı arasında ayrım yapmayan kişiler tarafından yapılıyor. Bu insanlardan biri olmayın!

SDT mübadele değerlerini, sadece tüketicilerin psikolojik güdülerinin subjektif teorisi aracılığıyla anlayabileceğimizi savunur. Bunu yapma girişimi ölümcül şekilde kusurludur, asılsız varsayımlar, bayağı soyutlamalar ve dolambaçlı mantıkla doludur. Bu sorunlardan bazılarına göz atalım.

Subjektivist Boşluk veya Perdenin Arkasındakine Dikkat Etmeme

Subjektivist Adası'na hoş geldiniz. Burada Eugene yaşamaktadır, bizim mutlu ada barbarımız. Eugene her gün tercihlerde bulunur. Zamanını çadırını kurma, balık tutma veya sırtüstü yüzme alıştırmaları için harcamaya karar verir. O, bilhassa sırtüstü yüzmeden hoşlanır; ama ada çevresinde birçok turdan sonra bıkkınlık gelir ve balık tutma ve çadır kurmayı tercih etmeye başlar. Faydasını maksimize etme niyetiyle, Eugene kâğıt ve kalem bulur ve kendi kendine tercih ölçeği yapar. Böylece her gün 3 faaliyet için tahsis edeceği tam oranları hesaplar. Bu tercih ölçeğini el üstünde tutar çünkü bu onun özgürlüğünün kaynağıdır. Tıpkı her gün cebinizde taşıdığınız tercih ölçeği gibi... Bir tane taşıyorsunuz değil mi? (2)

Tamam, şimdi birçoğumuzun cebinde bir tercih ölçeği taşımadığı gerçeğini bir yana koyarsak, daha büyük bir sorun var: Subjektivistler, Eugene ve Subjektivist Adası ile ilgili bu küçük hikâyenin modern kapitalist toplumun işleyişini anlamak için bilmeniz gereken her şey olduğuna sizi inandırmak ister. Gariptir, daha sonra, tercihler teorimize ulaşmak için aslında tüm kapitalizmi, tüm toplumu göz ardı etmeliydik. Eleştirel düşündüğümüzde, bu soyutlamada burnumuza kötü kokular geldiğinden şüphelenmeye başlayabiliriz. Bu koku bir ideolojik soyutlamanın kötü kokusudur. Bu tarz ideolojik soyutlamayı son videoda - Değer Yasası 7'de- tartışmıştık. Fakat burada da birkaç noktayı gözden geçirelim.



Egemen ideolojinin amacı şeylerin mevcut düzeninin evrensel düzenmiş; statüko şeylerin doğal ifadesiymiş, değişmezmiş gibi göstermektir. Ne kadar da uygun, burjuva teorisyenlerimiz için, doğal, evrensel insanımız Eugene, tüm tercihlerinde ve davranışlarında modern kapitalist toplumun tohumlarını içerecek duruma gelmektedir. Sanki zamanın başlangıcından beri her insanın yaptığı her seçimin bizim modern toplumumuzda var olmayı bekleyen doğuştan kapitalist içgüdülerin sadece bir ifadesiymiş gibi.

Ancak, subjektivist teorinin açık ideoloijk temeline dikkati çekmek tek başına yeterli değil. Aynı zamanda bu ideolojik soyutlamanın gayrı meşru olduğunu kanıtlamak zorundayız. Kanıtlayalım. Sadece birkaç dakika sürer.

Subjektivist Adası'nın kıssadan hissesi insan isteklerinin toplumdan bağımsız özel olarak biçimlendiğini düşünmeye yol açar. Ama hiçbir zaman bu şekilde olmamıştır. İstekler öğretilmiştir, toplumsal olarak oluşturulmuştur ve toplumdan bağımsız olarak anlaşılamaz. Subjektivistler bunu nasıl yanıtlıyor? "Evet, arzular inşa edilebilir ama bu ekonominin kapsamı dışındadır bu nedenle onu dikkate almak zorunda değiliz" derler. Aslında bu, modern ekonominin tüm eleştirilerin üstesinden gelme biçimidir: yok sayar ve başka disiplinin konusu olduğunu söyler. Ne kadar da uygun! Bu tıpkı dünyanın yuvarlak olduğu gerçeğini düşünmemek gerektiğini çünkü bunun düz-dünya teorisinin kapsamının ötesinde olduğunu söylemek gibidir.

İsteklerimizi elde etmeye başlama yollarını anlamadan isteklerimizi anlayamayız. Subjektivist Ada soyutlamasının çöktüğü yer burasıdır. Adada Eugene istediği şeyleri almak için doğrudan hareket ederek isteklerini elde eder. Ama bir kapitalist toplumda yaptığımız seçimler bu şekilde değildir. Kapitalizmde, istediğimiz şeyler için harcayacak ücreti alabilmek için bir başkasına emeğimizi satmak zorundayızdır. Tabii ancak ücretimizin büyük kısmını mülk sahibine, mortgage şirketi ve devlete verdikten sonra. Sübjektif değer teorisi bu soyut modelin Subjektivist Adası'ndan geniş ölçekli kapitalist ekonomiye taşınabileceğini kanıtlamak zorundadır. Bunu takas kurgusu aracılığıyla yapar.

Diyelim ki Eugene, bir gün sırtüstü yüzerken, Takas Adası denilen başka bir adayı keşfetmiştir. Burada bütün gün hindistan cevizi kıran Ludwig yaşamaktadır. Her biri kendi tercih ölçeklerinde balık ve hindistan cevizi için faydalarını dikkatlice ölçerek, faydalarını maksimize etmek için hassas mübadele oranlarını hesaplayarak balık ve hindistan cevizi arasında bir mübadele oranıyla sonuçlanan balık ve hindistan cevizi ticaretine karar verirler. "Şimdi," der subjektivist, "bizim soyutlamamızın meşru olduğunu gösterdik ve yalnızca tercih ölçeği bilimi yoluyla mübadele değerlerini açıklayabildik”. Keşke o kadar basit olsaydı.

Farkedebileceğimiz ilk şey Takas Adası'ndaki mübadeleler sadece Eugene ve Ludwig farklı kaynak zenginliklerine sahip olduğu için gerçekleşir. Eğer ikisi de hindistan cevizi ve balığa erişebilseydi, ticaret için bir neden olmayacaktı. Ticaretin sürekli devam etmesi için, ticaret bu farklılıkları yeniden üretmelidir.

Bu şu anlama gelmektedir: kapitalist pazarın işlemesi için, insanların yaşamak amacıyla ihtiyaç duyduklarını almak üzere pazara girmek zorunda oldukları belli mülkiyet ilişkilerinin sabit yeniden üretimi olmalıdır. Özellikle insanların kendi üretim olanaklarından yoksun bırakılmış, ihtiyaç duydukları şeyleri alabilmek amacıyla kendi emeklerini satmak üzere pazara girmeye zorlanmış olmaları gerekir. Bu mülkiyet ilişkisi mübadele yoluyla sürekli yeniden üretilmelidir, böylece her zaman kıtlık olur ve insanlar her zaman pazara bağlı olurlar.

Demek ki, çok sinsi bir şey yapıldığını görebiliriz. Hmmm... Nedir bu?  Yalnızca subjektif tercihlere dayanan bir takas teorisi oluşturmaya çalışıyorduk ki aniden bir anlam ifade edebilmesi için belli tipte bir mülkiyet ilişkisi varsaymamız gerektiğinin farkına vardık. Bu nedenle, mülkiyet ilişkilerini ayrı tutmak ve onlarsız bir mübadele teorisi şekillendirmek imkânsız ve gayrı meşrudur.

Daha da ezici gerçek şu ki kapitalist toplumların takasla yaptıkları hiçbir şey yoktur. İnsanlar diğer ürünlerle doğrudan mübadele edilecek ürünler üretmezler. Biz eşyalarla mübadele edilecek para için üretiriz. Para, tüm iktisadi faaliyetteki aracıdır. Yani mübadele sırasında, balığa karşı hindistan cevizi için subjektif faydamızı ölçüyoruz demek bir anlam ifade etmemektedir. Biz her şeyi paraya karşı ölçeriz. Süpermarkette IPhone'unuzda “Tercih Uygulaması” ile tercih ölçeğinizi hesaplarken, bir ıssız adadaymış gibi soyut olarak sadece balık ve hindistan cevizi için tercihlerinizi hesaba katmıyorsunuz. Ayrıca bu metaların piyasa fiyatlarını da dikkate alıyorsunuz. Bu piyasa fiyatları siz subjektif değer kararınızı vermeden önce zaten vardır.

Oysa problemli olan da budur. Subjektif değerlemelerin fiyatları açıklaması varsayılıyordu, ama şimdi subjektif değer kararlarını açıklamak için fiyatların önceden varlığını varsaymak zorundayız. Büyük karmakarışık bir döngü içinde sıkışmışız gibi görünüyor.
Ve eğer biz her şeyi para için mübadele ediyorsak, paranın bir faydaya sahip olması lazım, değil mi? Ama paranın doğrudan faydası yoktur. Burnunuzu temizlemek için bile iyi değildir. Paranın değeri ne alacağıdır. Ve bu, bizim tercihlerimiz tarafından oluşturulmaz, bunun yerine bu, bütün dünyada milyonlarca pazarın muazzam şekilde birbirinin içine girdiğini yansıtarak tüm diğer metalarla paranın bağlantısını yansıtır. Para için kişisel fayda olan herhangi bir şey yoktur; çünkü paranın değeri hali hazırda bizim kontrolümüz dışındaki güçler tarafından oluşturulmaktadır. (3)

Ve paranın varlığıyla subjektif değer teorisine sunulan daha fazla zorluk bulunmaktadır. Takas Adası'nda Eugene ve Ludwig mübadelelerinden ne elde ettiklerine dair doğrudan bilgiye sahiptirler. Ama bizim dünyamızda önceden her şeyin tam olarak ne kadara mübadele edileceğini bilmiyoruz. Pazarda bir ürün satarken bu üründen elde ettiğimiz gelirle tam olarak hangi ürünleri alabileceğimizi bilmiyoruz. Yüksek derecede belirsizlik var. Ama o kadar çok belirsizlikle, tüm metaların birbiriyle olan kesin fayda ilişkilerini mükemmelce hesapladığımız bu güzel, akılcı tercih ölçeğini nasıl oluşturabiliriz?  Hoş, oluşturamayız. (4)

Mülkiyet ilişkilerini ve üretim ilişkilerini yalıtmaya çalıştığımız her anda bütün bunlar sonunda resme gizlice yeniden giriyormuş gibi görünüyor. Bunun nedeni, insanlar yaşadıkları dünyayı aktif bir şekilde üretirken kapitalizmi herhangi bir insanlar arası toplumsal ilişkiler teorisi olmadan açıklamaya çalışmanın tamamen gayrı meşru olmasıdır. Neyse ki daha iyi bir teorimiz var. Karl Marx'ın teorisi.

Gerçek Dünya'da


Gerçek dünyada - burjuva ekonomisinin kurguları dışında- özneler ve nesnelerin birbirleriyle olan ilişkilerinden ayrı olarak anlamları yoktur. Bir boşluk içinde süzülen subjektif bireyler gibi bir şey yoktur. Yaşadığımız nesnel dünyayla ilişkimiz aracılığıyla öznelliğimizi geliştiririz. Ve nesnel dünya, onu isteklerine göre yönlendirerek, ona anlam vererek dünyayı dönüştüren bireylerden oluşan toplumların eylemlerinden ayrı olarak anlaşılamaz. Özneler ve nesneler her zaman ilişki içinde var olur, anlamlarını bu ilişkiden türetirler.

Subjektivist Adası'nda, özneler değer yargıları üzerine eylemde bulunmadan önce, edilgen düşünme yoluyla bu yargılarını biçimlendiriyormuş gibi görünür; önce yargıya varma, daha sonra eylem. Gerçek dünyada, öznel tercihlerimizi ancak insanların dünyayla ilişki kurduğu ve dünyayı dönüştürdüğü aktif süreçleri anladığımızda anlayabiliriz. İnsanlar doğayı işler. Ağaçları keser, biçer ve evler yaparız. Arabaları yapar ve çalıştırmak için kazıp petrol çıkarırız. Nesnel dünyayı dönüştürürken kendimizi de dönüştürürüz. Dünya üzerinde çalışma tarzlarımız; dünya görüşümüzü, değerlerin türünü, bu dünyada sahip olduğumuz ihtiyaç ve isteklerimizi, bu istekleri gözetme tutumumuzu belirler. Üretmenin bu farklı tarzları tarih boyunca değişmiştir, her tarz çok farklı değer sistemleriyle çok farklı türde toplumlar üretmiştir. Dünyayla ilişkili ve dünyayı değiştiren bu farklı tarzları Marx "üretim tarzları" olarak adlandırmaktadır (5) .

Kapitalizm aşırı derecede eşitsizlik, savaş, sömürü ve istikrarsızlık ile karakterize edilen ilk üretim tarzı değildir. Bu özellikler tüm sınıflı toplumların parçasıdır. Kapitalizme özgü olan bir sınıfın diğeri üzerindeki tahakküm yolunun metalar arası ilişkiler biçimi almış olmasıdır. Bu kapitalizmdeki özellikle benzersiz özne-nesne ilişkisinden, Marx'ın "özne/nesne tersinmesi" olarak söz ettiği şeyden dolayı olmaktadır. Çok geçmeden buna geri döneceğiz.



Özneler, Nesneler ve Fiyatları

Marx'ın değer teorisine itirazlar sıklıkla değer teorisinin piyasa fiyatlarıyla ilişkilenme şekliyle ilgilidir. Eğer değer eşyaları üretmede harcanan emek miktarından geliyorsa, talepteki yükseliş veya düşüşün piyasa fiyatlarını değiştirdiği gerçeğini nasıl açıklayabiliriz? Talebin fiyatları etkilediği gerçeği, subjektif kararlar emek zaman kadar değeri de etkiliyormuş gibi gösterir.

Değer-fiyat ilişkisi sade, düzenli tanımlarla sınırlanacak kadar basit değildir. Daha fazla baktıkça, fiyatların oluşumuna varan toplumsal ilişkiler ağı daha da karmaşıklaşıyor. Değer-fiyat konusu gelecek videoda (Değer Yasası 10 - Fiyat) daha ayrıntılı ele alınacak; ama burada birkaç açıklama sıralanacak. Aslında bu konu hakkında daha önce kişisel emeğin toplumsal emek haline gelme yöntemi hakkında konuştuğumuz Değer Yasası 3'te kısaca bilgi vermiştik (6).

Kişisel emek bir metanın üretimi için bireysel işçinin ayırdığı emek miktarıdır. İşçinin amacı, kişisel emeğinin toplumsal emek haline gelmesi için metasının pazarda satılması ve böylece pazarda tüm diğer metalarla eş tutulması, emeğinin toplumun toplam toplumsal emeğinin bir parçası olmasıdır. Ama bu o kadar kolay değildir. Üretim sadece piyasa göstergelerinin dalgalanmaları aracılığıyla koordine edildiğinden, metaların satılıp satılmayacağı ve özel emeğin toplumsal emek olup olmayacağı daima belirsizdir.

Daha önceki videolarda gördüğümüz gibi, kişisel emeğin toplumsal emek olabilmesi için toplumsal olarak gerekli emek zamanda (TGEZ) üretmesi gerekir. TGEZ, üretkenliğin toplumsal düzeyi bireylerin kişisel emekleri üzerinde onları toplumsal ortalamada çalıştıracak şekilde disiplin altına alarak etkide bulunmanın bir yoludur.  TGEZ'da çalışamayan bireyler ve firmalar iş hayatından çekilirler, tıpkı Amerikalı otomobil işçilerinin diğer ülkelerdeki işletmelerle rekabet yüzünden işlerini kaybetmelerindeki gibi. Emekleri daha kârlı olabilecek diğer alanlara tahsis edildi veya bir daha çalışamadılar. Çoğumuzun bildiği gibi, işini kaybetme ve yeni iş bulma; uzun, zor ve acı veren bir süreçtir. Ama bu rahatsızlıklar piyasayı ilgilendirmemektedir. Piyasa tüm emeğe hesap makinesindeki rakam muamelesi yapmaktadır, isimsiz birimler kâr arayışı sırasında yer değiştirilebilecektir. Kişisel emek ve toplumsal emek arasındaki fark toplumsal plan yokluğunda, piyasanın kör güçleri aracılığıyla emeğin yer değiştirilmesi ve yeniden paylaştırılması mekanizmasıdır. (7)

Şimdi tüm bunlar tanıdık gelmeli. Ama bunun, talep değişiklikleri ve fiyat arasındaki ilişki ile ne ilgisi var? Emeğin yeniden bölüştürülmesi süreci taleplerdeki değişimlerle olur. Tıpkı TGEZda üretilmesi gerektiği gibi, toplum doğru miktarda şeyi üretmek için doğru miktarda emeği bölüştürmelidir, böylece pazar aşırı doygun veya düşük stoklu hale gelmesin. Eğer asansör müziği arzı talebi aşarsa o zaman bu müziğin bir kısmı satılmamış olarak kalacak ve kişisel emeğin bir kısmı toplumsal hale gelemeyecektir. Üreticiler, emeklerini başka yere nakletmeye zorlanacaktır. Emeğin bu bölüştürülmesi fiyatın dalgalanması aracılığıyla olacaktır. [.....] Bu, talebin değeri yarattığı anlamına gelmez. Talep herhangi bir şey yaratmadı. Sadece emeğin tekrar tahsis edilmesi gerektiğini, fiyat göstergeleri aracılığıyla belirtti. Bu, fiyat dalgalanmaları aracılığıyla koordine olan bir toplumda talebin toplumsal emeğin dağılımını nasıl etkilediğidir. Bu dağılım sadece olasıdır; çünkü fiyatlarla emek zaman arasında bir ilişki vardır.

Talebin Daha İleri İncelemesi

Demek ki talebin değeri yaratmaktan ziyade, kişisel ve toplumsal emek arasındaki farkta ifade edilen emeğin yeniden tahsis edilmesinin bir parçası olduğunu gösterebiliriz. Ayrıca analizi daha ileriye götürebilir ve talebin kendisinin kapitalizmde nasıl üretildiğini gösterebiliriz. Subjektivist ada perspektifinden bakıldığında talep; gerçekliği bazı uzaklıklardan, nesnel görüş noktalarından gören özgür, bağımsız zihinlerin üretimiymiş gibi görünmektedir. Ancak gerçekte bizim öznelliğimiz bir üretim tarzının parçasıdır. Bu hiçbir yerde kapitalist üretim tarzında olduğundan daha açık değildir. Kapitalizmde “efektif talep” olarak varsayılan tek talep şekli, alım gücü ile desteklenen taleptir. Tüketici talebi, işçiye ödenen ücretten gelir. Demek ki, ücretli emeği ve sömürüyü anlamadan önce talebi anlayamayız.

Tüketicilerin bu parayla satın aldığı ürünler sadece psikolojik tercihlerinin rastgele sonuçları değildir. Aslında, paramızın çoğu kendimizi çalışan olarak canlı tutmak için ihtiyaç duyduğumuz temel şeyleri satın almaya harcanır: kira, yiyecek, giysi gibi. Böylece her gün kapitalizm için daha çok değer üretebiliriz: (8) Bunlar kapitalizm tarafından, kapitalizmi sürdürmek amacıyla, bize dayatılan istekler ve ihtiyaçlardır, yalıtılmış bireylerin soyut psikolojik tercihleri değildir. (9)

Ancak toplumdaki talebin çoğunluğu tüketicilerden değil kapitalistlerden gelir. Sen ve ben diş fırçası alır ve kira öderiz. Kapitalistler fabrikalar, üretim bantları, doğal kaynaklar ve özel ordular satın alırlar. Bu talebin kapitalistlerin kişisel tercihleriyle ilgisi yoktur. (10) Bunu üretimdeki teknolojik gereksinimlerle, toplumsal olarak gerekli emek zamanda (TGEZ) zımbırtı üretmek için gereken girdi miktarıyla ilişkisi olduğu için yapmalıdır. Bazıları kapitalistlerin sadece tüketicilerin taleplerini karşılamak için üretim yaptığını düşünür. Bu bir efsanedir. Reklam endüstrisi bu efsaneyi yalanlayan en iyi kanıttır. Kapitalistler kâr etmek için üretir. Sonra pazar aramaya giderler. Çoğu zaman, insanları ürünlerine ihtiyaç olduğuna inandırarak pazar yaratmak zorundadırlar. Ama kapitalist şirketler aynı zamanda tüketici pazarları bulma ihtiyacını tümüyle es geçerek birbirlerine de satış yaparlar. (11)
Tüm bunlar bize burjuva iktisadındakine göre özne-nesne ilişkisinin çok farklı bir resmini veriyor. Soyut isteklerini gerçekleştirmekte özgür ve yaşamda yazgıları için bütün sorumluluğu üstlenmiş yetkili kişilerin özgür bir toplumu yerine Marx'ın kapitalist üretim tarzı konusundaki eleştirisi, bireylerin zorlayıcı piyasa yasalarının insafına kaldığı bir dünya ortaya çıkarır. Cola ve Pepsi arasında seçim yapma gibi yüzeysel özgürlük türleri, yaşamlarımızın kâr arayışı ve TGEZ için disiplin altına alınmasıyla kıyaslandığında sönük kalır.



Özne/Nesne Tersinmesi

[Mitt Romney kurumların insan olması hakkında alıntı yapıyor]

Wall Street’i İşgal Et akımı içinde “şirketsel kişilik”in bitirilmesi konusunda pek çok söylem vardır. Bu talepteki problem, kurumsal kişiliğin yasal statüsünün sadece pasta üzerindeki krema olmasıdır. Kapitalist toplumdaki şirketler insanların olduğundan çok daha insan gibidir. Sermaye etkin öznedir, insanlar onun nesneleri. Marx’ın “özne-nesne tersinmesi” diyerek kastetmek istediği budur. İnsanların toplumsal düzenin etkin aktörleri olmaları yerine “objektif” piyasa mantığı öznelere egemen olur. Kör ekonomik yasalar yönetir ve insanlar itaat eder. Para yaşamdan daha güçlü hale gelir. Kurumlar insanlar haline gelir ve toplumda bireylerden veya toplumsal hareketlerden daha çok güç kullanır. İnsanlar sistemin kendilerini dikkate almasını dileyen şiarlarla sokakta dolanırken, kapitalizmin soğuk mantığı, işçinin bedenini harcanabilir pasif bir meta gibi kullanarak, toplumları, hükümetleri ve hatta doğanın kendisini kârın şahsi olmayan güdülerine tabi kılarak toplumda etkin aktör haline gelir.

Delice olan ise bu “objektif” dünyanın hala sadece bizim kendi eserimizin ürünü olması. Biz her gün onu bilfiil yeniden üretiyoruz. Marx’ın kapitalizm analizini bu kadar güçlü yapan şey budur: İçinde yaşadığımız dünya, mevcut durumumuzun inanılmaz güçsüzleştirilmiş yapısına rağmen, her zaman bizim kendi eylemlerimizin sonucudur ve kolektif olarak onu değiştirme gücüne sahibiz. Ancak böylesine bir kolektif gücü uygulamak için kapitalist üretim tarzı ile bağları koparmak zorundayız.

Sonuç:

Merak etme ihtimalinize karşı Subjektivist Ada ve Takas Adası yoktur. Onlar soyutlama. Şu an her teori soyutlamalara ihtiyaç duyar – bir dünya veriyi elekten geçirmeli ve gerçeği tanımlayan önemli kategorileri ve geniş hatları saptamalıyız. Subjektivist ve Takas Adaları sadece filozofların zihinlerinde var olan “ideal soyutlama”lardır.  Marx farklı bir tür soyutlama yaptı, “gerçek soyutlama”. Gerçek bir soyutlama filozoflar tarafından toplumsal gerçekliğin bir kısmını keyfi olarak dışarıda bırakarak yapılmamıştır. Gerçek soyutlama gerçekliğin kendisi tarafından yapılmıştır.

Kapitalist toplumda insan emeği soyut hale gelir. İnsanların belirli iş tipleri içinde doğduğu ve kastlar arasında katı ayrımların olduğu feodalizmin kast sisteminde genel anlamda emek veya genel anlamda işçi diye bir şey yoktu. Ancak kapitalist toplumda emekçi tüm bu özgül özelliklerini yitirir. Sermaye bize kâr-hesap makinesindeki isimsiz basamaklar gibi muamele eder, kâr aramak için bizi bir yerden bir yere hareket ettirir. Bizim emeğimiz soyut emek haline gelir. Biz köylü, şövalye veya zanaatkâr değil, genel anlamda işçi haline geliriz. Marx’ın değer teorisi üretim tarzının kendisi tarafından oluşturulan bu gerçek soyutlamaya dayanıyor, filozofların zihinlerindekine değil.

Bu, marjinalizm perspektifinin yoktan ortaya çıktığı anlamına gelmez. Marjinalizm, kapitalizm içerisinde gerçekten varolan bir bakış açısından gelir, metalar hakkında kafa yoran atomize olmuş bireylerin bakış açısından. Bu bakış açısı gerçektir. Biz bunu her gün bakkal dükkânlarında deneyimliyoruz. Ancak eksik bir açısıdır; çünkü metaları raflara ve paraları ceplerimize koyan bütün toplumsal üretimleri dışarıda bırakıyor. Bu perspektif, kendi emeğimizin toplumsal gücünün nesnelerin doğasında olan özellikler biçimini aldığı meta fetişizminin perspektifidir. (12)

Ancak ekonomik kriz dönemlerinde bu gerçekliğin duvarlarında çatlamalar görürüz. Düşünmenin eski yöntemleri geçerliliğini kaybeder. Krizler kapitalizmin ekonomik yasalarının, burjuva ekonomistlerinin düşünmemizi istediği gibi evrensel olmadığının, sonsuza kadar devam etmeyeceğinin, bu döneme özgü yasaların alaşağı edilebilecek yasalar olduğunun açığa çıktığı zamanlardır. Değer yasasının çökmesiyle, insanların gidişatı sorgulamaya başlamasıyla, değerin başarısız yasasıyla devletin acımasız yasasını yer değiştirerek kapitalist devlet tabloya girmelidir. Piyasa savunucularının büyüleyici, özgürlüğe sevdalı dünyası gerçekten olduğu gibi yani şiddet üzerine kurulu sömürücü bir düzen olarak gözler önüne serilir. Okul kabadayısı gibi, bir sistem güçsüzlüğü açığa çıkarıldığında her zaman en şiddetli olandır.  Değer yasası çökünce siyaset başlar. Nesneler etkin olmalıdır. Bu, statükoyu devam ettirmek için çabalayan yönetici sınıfın veya yeni toplumsal düzen olasılığını öne süren radikal hareketlerin politikası olabilir.

DİPNOTLAR:


1. Hiç kuşkusuz bu videonun çoğunda Neoklasiklerin ve Avusturyalıların iki kampını tek kamp gibi ele alarak öfkemi yönelteceğim. İki düşünce okulunun da tarihsel kökeni marjinal fayda teorisinde bulunuyor, yine de bu kuramın iki kampta ele alınması ve evrimleşmesi zaman içerisinde farklılaşmıştır. Bu video marjinal fayda teorisini doğrulamak için gereken soyutlamarın türünü (isimlendirecek olursak üretim ilişkilerini dışarıda bırakmak) analiz ederek marjinal fayda konusuyla oldukça temel düzeyde uğraşıyor, bu yüzden herhangi bir düşünce okulunun eleştirisi için uygun bir başlangıç noktası olarak hizmet edebilir. İki kampa karşı yapılabilecek çok daha fazla eleştiri var.


2. Tercih ölçeğine kadar Eugene arzuladığı nesneleri ölçmek için fayda biriminden yararlanıyordu. Bunlar basitçe kendi öznelliğinin cebinde altınlar gibi taşıdığı küçük parçalarıydı. Her karar verdiğinde bunları kendisiyle mübadele etti. 20. yüzyılın bir noktasında burjuva iktisatçılar fayda biriminin var olmadığına karar verdiler ve bunları derecelendirilmiş tercih ölçekleriyle değiştirdiler. Bunlar çubuk grafik ve abaküsün bir birleşimine benziyor ve kendimizle birlikte her yere onları taşıyıp herhangi bir insan eylemine girişmeden onlara danışıyoruz. Onlar özgürlüğümüzün birincil araçlarıdır ama hükümet onları bizden almak istiyor, bizi köle yapmak istiyor.


3. Avusturyalılar hemen 'büyük' Ludwig Von Mises'in paranın öznel değeri problemine bir çözüm sağladığına işaret edeceklerdir. Mises, paranın aslen altın gibi meta olduğundan, takasta insanların altının belirli kullanımları için öznel bir değere sahip olduğunu öne sürmüştür. Böylece altının asıl mübadele değeri bu öznel değerlenmelerin sonucudur. Altın para olduğunda, elbette, onun mübadele değeri metaların dolaşımındaki rolüyle başkalaşmıştı. “Ne alabileceğinin” ederi oldu. İnsanlar bu amaca yönelik altına dair öznel tahminlerini “ne alabileceği” ölçüsüne göre biçimlendirdiler. Gerçi paranın nesnel değerlerine varan müteakip değerleme katmanlarından altının kullanımının özgün öznel değerlenmelerinin tarihsel yolunu izleyebileceğimiz hakikatı Mises için problemin bir çözümüdür. Bukharin'in “Aylak Sınıfın Ekonomik Kuramı”nda, bir dipnotta, Mises'in bu “çözümünün” bir kuram için bireysel farklılıkları araştıran (idiyografik), tarihsel tanımını sadece değiştirdiğine işaret etmiştir. Metanın nasıl para haline geldiğinin tarihsel sürecini açıklayabilmemizin bir önemi yok. Paranın değeri, para için öznel tercihlerle yaratılmaz veya başkalaşmaz.


4. Bu soruna Neo-Avusturya yanıt kendilerini neoklasiklerin akılcı tüketici fikrinden uzaklaştırmak ve tüketicinin eksik bilgisini vurgulamak olmuştur. Tüketicilerin arzuladıkları nesnelerin ilişkilerini hesaplayabilen süper-akılcı şeyler olmalarından ziyade, insan anlayışının yanılma payı vurgulandı ve piyasa, kalabalıkların hatalı arzularını ayarlayan, pürüzlerini gideren, kaynakları en verimli ve demokratik bir şekilde tahsis eden nihai bilgi temizleme evi olarak görüldü. Bu noktada dilleri, sıklıkla, piyasanın herşeye yeten, gizemli gücüne karşı insan muhakemesinin içkin yetersizliğini vurgulayan dinsel izler taşıyordu. Sorun şudur, piyasanın gizli elinin bu sihirli hareketleri sadece iddia edilmiş ve hiç kanıtlanmamıştır. Piyasanın bunu gerçekten yapabildiğini kanıtlamak yerine, Avusturyalılar, tek alternatifin Devlet-Komünisti Umacı olduğunu vurgulamayı yeğlemişlerdir.


5. Marx için nesne-özne ilişkisi sadece kişisel psikolojinin, insanların soyut olarak nesneler için düşündüklerinin konusu değildir. Bunun yerine, insanların etkin bir şekilde dünyayı dönüştüren gerçekteki, somut çalışma eylemine dayanır. Bu “materyalizm”dir. Sıklıkla insanlar “materyalizm”in bireyler önemsizdir veya tarihin kaderi çizilmiştir anlamına geldiğini düşünürler, ancak Marx’ın kastettiği bu değildir. Marx, kendi üretim tarzları içerisinde, toplumsal grupların gün be gün etkinliklerindeki gerçek faaliyetleri aracılığıyla ilişkilenen öznelerle nesneler arasındaki belirli yolları anlamamızı istemiştir.


6. İlk belirtilmesi gereken şey şu, meta kapitalist toplumsal ilişkilerin muazzam ağı içerisinde hareket halindeyken birçok değişik elden geçerken ve farklı işlevleri yerine getirirken, değer de farklı biçimler alır. Değer ilişkisinin farklı görünüşleri bakışımızı nereye çevirdiğimize göre ortaya çıkar veya kaybolur. Değer özel emeğin, toplumsal emeğin ve piyasa fiyatının biçimini alabilir. Değerin bu üç biçimi de, aynı üretim ve mübadelenin bütün farklı uğraklarının birbirini etkilemesi gibi birbirlerini gerisin geri etkiler, birbirlerini belirler. Piyasa fiyatları, fiyat hakkında bilgilerin görünüşte kaotik bir şekilde piyasa üzerinden aktarılmasından ötürü günden güne dalgalanabilir. Ancak bu dalgalanmalar aracılığıyla yasa-gibi düzenlilikler, vb. gözlemleyebiliriz.


7. Ve bu, büyük firmaların gireceği kadar kârlı olmayan sayıca az kıymetsiz endüstride kendi işinizi yürütme ve “kendi patronunuz olma” rüyasının neden kapitalizmde çatlaklar ve boşluklar yaratacak tek olası yol olduğunun gerekçesidir. Büyük bir firmanın elinin altında bulunan kaynak miktarı, kendi hesabına çalışan birinin toplumsal olarak gerekli emek zamanla rekabet edecek şekilde çalışmasını oldukça zorlaştırmaktadır.


8. Yerinde bir temas: işsiz veya çalışanların tüketim alışkanlıkları büyük ölçüde sermaye tarafından dayatılmaktadır. İşsiz olmak pahalı ve zaman tüketicidir. Mülakatlara arabayla gitmeli, mülakatlarda iyi görünmek için temiz bir takıma sahip olmalı, yığınla özgeçmiş göndermeli, vb.


9. Bu, fiyat teorisinden önce bir dağıtım teorisine ihtiyaç duymamızın nedenidir. Marjinal Fayda Teorisi önce fiyatı açıklamaya çalışır, daha sonra toplumsal ürünün sonradan sınıflar arasındaki dağılımını açıklar. Bunun en uç örneği, üretimin maliyetinin bile fiyatların biçimlendirmesine girmediğini öne süren Mises'in fiyat teorisidir. Mises için, tüketiciler kendi değerlemeleri ile fiyatları belirler, daha sonra metanın satışının gelirleri kapitalistlerin rekabetçi tekliflerine göre üretim etkenleri arasında dağıtılır. Aksine, Marx'tan önceki klasik iktisatçılar fiyat teorilerini toplumsal ürünün sınıflar arasında dağıtılmasından sonra biçimlendirdiler... Böylece metanın fiyatı işçilere ödenen ücret artı kapitalistin kârı artı (diğer kapitalistlere giden) girdilerin fiyatı artı kapitalist sınıfın diğer kısımlarına borçlu olunan herhangi bir faiz veya rant. Açıkçası, bir toplumun sınıf analizi ancak klasik yöntemle mümkündür.

10. Ne de kapitalist üretimin “şirketsel açgözlülük”le (“corporate greed”) alakası vardır. Lütfen, “Wall Street'i İşgal Et”, bu saçma terimi kullanmayı bırak. Bir şey ifade etmiyor. Şirketsel açgözlülük diye bir şey yoktur. Şirketlerin kişilikleri yoktur. Açgözlü değillerdir. Sorun kapitalizmdir, kapitalistlerin öznellikleri değil.

11. Eksik tüketim kuramı, bugün ki krizin en çok öne çıkan radikal kuramlarından biridir, üretimin tüketim için olduğu fikrine dayanır. Eksik tüketim kuramı, bütün üretim, sonuç olarak tüketicilerin tüketimi için yapıldığından tüketicilerin taleplerindeki veya alım güçlerindeki bir kıtlığın ekonomik krize yol açabileceğini öne sürer. Bu, kapitalistlerin, kendi kişisel aylaklıkları için değil ama üretken tüketim için, yani üretim sürecinde girdiler olarak ürünler için kendi taleplerini yaratmadaki rolünü ihmal etmektedir.

12. Meta fetişizmi üzerine olan videomu görün: Değer Yasası 2

Ek Okumalar/Kaynakça:
Marx, Marjinalizm ve Sosyoloji, Simon Clarke
Çevrim içi erişebilirsiniz, hakkında bu blogta da yazdım.

From Political Economy to Economics, Fine and Milonakis.
Bu yöntembilime odaklanmış oldukça iyi bir iktisat tarihidir. İktisatın, klasik iktisatın geniş toplumsal sorularından modern neo-klasik yöntemin dar, matematiksel soyutlamalarına dönüşme yolunu tartışıyor.

Human Action, Ludwig von Mises.
Bu kitap saçmadır. Tuvalet okuması için iyidir. Eğer tuvalet kâğıdınız biterse...

Economic Theory of the Leisure Class, Nikolai Bukharin.
Bu kitap hakkında şurada yazdım.

Dialectical Phenomenology, Roslyn Bologh.
Bu kitap üretim tarzları kavramı ve özne-nesne ilişkisi üzerine düşünüşümde oldukça etkiliydi. Amazon'da ucuz. Grundrisse okuması aracılığıyla Marx'ın yönteminin bir tartışmasıdır. Ziyadesiyle öneriyorum.

Disassembling Capital, Nicole Pepperel
Bu kitaba şuradan erişebilirsiniz. Pepperel'in blogu Rahatsız Bilim (önceden Kaba Kuram)  etkileyici bir okumadır. Marx üzerine gerçekten taze ve derin bilgili bir çaba.

Çeviri Kaynak: http://kapitalism101.wordpress.com/2011/11/15/law-of-value-8-subjectobject/