8 Mar 2014

Kadınlar: Riayet mi Direniş mi / Flora Tristan

Kadınlar: Riayet mi Direniş mi

Flora Tristan'ın l'Union Ouvriere [1] kitabından bir parça


Çeviri notu: 1843 yılında yazılan bu metin, kadın mücadelesinde bir dönemi yansıttığı için çevrilmiştir.


Proleterlerin başına gelen, '89'larının [2] zili çaldığında kadınların geleceği için kuşkusuz iyi bir alamettir. Oldukça basit bir hesapla, zekâ, güç ve yeteneklerini toplumsal hizmette kullanmak üzere kadınlara (insan ırkının yarısı) çağrı yapıldığında zenginliğin artacağı oldukça açıktır. Bunun anlaşılması oldukça kolaydır, çünkü iki birin iki katıdır. Ancak heyhat! Henüz o aşamada değiliz ve mutlu '89'umuz için beklerken 1843'te neler olduğundan söz edelim.

Kilisece kadının bir günah olduğu; meclis üyesince, kendi başına bir hiç olduğu, herhangi bir hakkın keyfini süremeyeceği; bilge felsefeci tarafından, yapısından dolayı kadının hiç zekâsı olmadığı söylendi, onun Tanrı tarafından kalıttan mahrum edilen zayıf bir yaratık olduğu ve erkeklerle toplumun ona, buna uygun şekilde davrandığına hükmedildi.

Temsil ettiği hipotezlerden veya şart koştuğu ilkelerden ortaya çıkan zorlama, kaçınılmaz mantık kadar güçlü başka hiçbir şey bilmiyorum. Bir kez kadının düşüklüğü ilan edildiğinde ve ilke olarak biçimlendirildiğinde, bütün erkeklerin ve bütün kadınların evrensel iyiliği için hangi korkunç sonuçları doğurduğuna bir bakın.

Kadının yapısından dolayı güç, zekâ ve yetenekten yoksun olduğuna ve ciddi ve yararlı iş için uygun olmadığına inanmak; ona, onu daha yararlı bir toplum üyesi yapabilecek akılcı, sağlam, katı bir eğitim vermek bir kayıp olacaktır şeklinde çok mantıklı bir biçimde sonuçlanmaktadır. Dolayısıyla kadın sevimli bir bebek ve sahibini eğlendirmek ve ona hizmet etmek alın yazısı olan bir köle olarak yetiştirilmektedir. Elbette, zaman zaman bazı akıllı ve merhametli anneleri, eşleri, ve kızları için acı çeken erkekler, bu tür bir barbarlık ve saçmalığa karşı seslerini yükseltmiş ve bu oldukça adaletsiz mahkumiyete karşı çaba harcayarak itiraz etmiştir. . . . Ara sıra toplum geçici bir süre için anlayış göstermiştir; ancak mantığın baskısı altında şöyle yanıt vermiştir: Hoş! Kadınların bilgelerin düşündüğü gibi olmadığını kabul edelim, hatta onların bir hayli iyi manevi güç ve fazla zekâya sahip olduklarını varsayalım; peki, bu durumda, onları reddeden toplum içerisinde yararlı bir şekilde kullanabilecek fırsatları olmadığına göre onların yetilerini geliştirmek hangi amaca hizmet edecektir? Kendisinde eyleme geçecek yeteneği ve gücü hissederken, eylemsizliğe mahkum olduğunu gören insan için daha dehşet verici bir ceza ne olabilir?

Bu akıl yürütme gerçekten çürütülemez. Bu nedenle herkes tekrarlar: Doğru, eğer onlara Tanrı tarafından bahşedilmiş iyi yetileri gelişseydi, çocukluktan itibaren insan varlıklar olarak payeleri algılansaydı ve toplumun bir üyesi olarak değerlerinin farkında olsalardı kadınlar çok fazla acı çekerlerdi; asla ama asla kilisenin, yasanın ve onlara yönelik önyargıların onları soktuğu aşağılayıcı konuma tahammül edemezlerdi. Onlara çocuk gibi davranmak ve onları kendileri hakkındaki cehaletle bırakmak daha iyidir; daha az acı çekerler.

Dikkat edin, böylece salt hatalı bir ilkenin kabulünden ne tür korkunç rahatsızlıkların ortaya çıktığını göreceksiniz.

Konumdan uzaklaşmayı istemiyorum, burada genel bakış açısı hakkında bir konuşma fırsatı olsa da ana konuma, işçi sınıfına dönüyorum.

Kadın, işçilerin hayatındaki her şeydir. Onların yegane kaderidir. Eğer onları yüz üstü bırakırsa, her şey onları yüz üstü bırakır. Bu nedenle şöyle denir: "kadın var ev yapar, kadın var ev yıkar" ve bu tamamen doğrudur; atasözü yapılmasının nedeni budur. Fakat halktan kadınlar hangi eğitimi, hangi öğretimi, hangi doğrultuda, hangi manevi ve fiziksel gelişimi alıyorlar? Hiçbirini. Çocukken kendileri de eğitim almamış olan anne veya büyükannelerinin insafına kalıyorlar: Biri, doğasına göre, acımasız ve huysuz olacak, onu dövecek, sebepsiz yere hor görecek; diğeri zayıf ve kaygısız olacak ve onun her istediğini yapmasına izin verecek. (İleri sürdüklerimin hepsinde olduğu gibi bunda da, genel olarak konuşuyorum; elbette birçok istisna olduğunu kabul ediyorum.) Yoksul çocuk pek çok sarsıcı çelişkiler ortasında büyüyecektir - bir gün darbelerle ve haksız davranışla rahatsız olacak, yatıştırılmış olduğu ertesi gün, daha az kötücül olmayan fazla müsamahayla şımartılacak.

O, okula gönderilmek yerine, erkek kardeşlerine tercihen evde tutulacak, çünkü ya bebeği sallamak ya ayak işlerine bakabilmek ya çorbayı gözlemek vb. için evde daha iyi kulllanılabilir. 12 yaşında çırak olarak alınır; orada evin hanımı tarafından sömürülmeye devam eder ve çoğunlukla evde anne babasıylayken olduğu kadar kötü muamele görür.

Hiçbir şey, bir çocuğun katlandığı adaletsiz ve acımasız bir muamelenin sonucu olan sürekli eziyet kadar karakteri gücendiremez, kalbi sertleştiremez ve ruhu alçaklaştıramaz. İlk başta adaletsizlik yaralar, hüzünlendirir ve bizi umutsuzluğa sürükler ve sonrasında devam ediyorsa canımızı sıkar ve hiddetlendirir, ve artık intikam araçlarından başka bir şey düşleyemez oluruz, kendimiz sert, adaletsiz ve kaba ruhlu bir hale geliriz. Bu, yirmili yaşlardaki bir zavallı kadının olağan durumu olacaktır. Sonrasında evlenir, aşık olmadan, sadece ebeveynlerinin zorbalığından kaçmak istiyorsa evlenmesi gerektiği için evlenir. Ne olur? Varsayıyorum ki çocukları olur; sırası geldiğinde, oğul ve kızlarını büyütmeye tamamen yetersiz olacaktır; aynı annesi ve büyükannesinin kendisine karşı olduğu gibi o da onlara karşı aynı zalimlikte olacaktır.

İşçi sınıfının kadınları, burada belirteceğim çocuklarınızı yetiştirmedeki yetersizliğinizi ve bilgisizliğinize ilişkin size ve sizin karakterinize karşı en küçük suçlama gütme niyetinde olmadığımı, size yalvarıyorum, iyice gözetin. Hayır, sizi bu şekilde eğitimsiz bırakmada suçladığım toplumdur. Siz, kadınlar, siz, anneler, sizin sıranızda bakımınıza emanet edilen çocukları ve erkekleri eğitmek ve geliştirmek için, tersine, eğitilmesi ve geliştirilmesine çok ihtiyacı olan sizlersiniz.

Alt sınıfların kadınları genelde kaba, bayağı, bazen de haşindir. Bu doğru; ancak çok azının, kadının tatlı, iyi, hassas, cömert doğasına uyumlu olması nereden gelmektedir? Zavallı işçi kadınlar! Çok fazla rahatsızlıkları var! Öncelikle koca. (Çok az işçi evinin mutlu olduğu belirtilmeli.) Koca, kanunen ve ayrıca eve getirdiği paradan dolayı da reis olan koca, kendisinin, eve küçük günlük ücretini getiren ve evin içinde mütevazı hizmetçi olan kadına göre az biraz eğitimle oldukça üstün olduğunu (ve gerçekten de öyledir) düşünmektedir.

Dikkat edin, kadın ve erkeğin birlikte olduğu tüm işlerde, kadın işçi erkek işçinin bir günlük işi için aldığının ya yalnızca yarısını alır ya da parça başı iş yapıyorsa, onun aldığı ücret yarıdan da azdır. Bu denli aşikar adaletsizliği hayal bile edemezken, bizi çarpan ilk düşünce şudur: erkeklerin, yalnızca kas güçleri yüzünden, kesinlikle kadınların işlerinin iki katını yapması. Pekala, okurlar, aslında tam aksi olur. Hüner ve el ustalığı gerektiren bütün işlerde, kadınlar erkeklerin yaptığının neredeyse iki katını yapar. Örneğin, matbaacılıkta, dizgi yaparken (doğruyu söylemek gerekirse birçok yanlış yapıyorlar ancak bu onların bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor); pamuk veya ipek eğirme atölyelerinde, iplikleri bağlarken; kısacası, tam olarak yumuşak dokunuşların gerektiği tüm işlerde, kadınlar üstündür. Bir gün bir matbaacı tamamen saf karakteristiğiyle bana şöyle demişti: "Ah, onlar erkeklerden daha hızlı çalıştıkları için bir yarım daha az alıyorlar, evet doğru, çünkü onlara da aynı para ödenirse çok fazla kazanacaklardır." Evet, onlar yaptıkları işe göre değil, düşük maliyetleri nedeniyle, kendilerine musallat olan yokluğa göre ücret alırlar. İşçiler, sizler aynı adaletsizlikten kaynaklanan, annelerinizin, kız kardeşlerinizin, eşlerinizin ve kızlarınızın zararına yapılmış olan talihsiz sonuçları öngörmüyorsunuz. Neler oluyor? Kadın işçilerin yarı fiyatına daha hızlı çalıştıklarını gören imalatçılar, her geçen gün erkekleri işlerinden kovar ve yerlerine kadınları geçirir. Sonuç olarak, erkek kollarını birbirine kavuşturur ve bir kaldırım üstünde açlıktan ölür! İngiltere'de fabrika yöneticilerinin yaptığı tam olarak bu. Bir kere bu yönde başladı mı, daha sonra kadınlar, yerine yirmi yaşında çocukların getirilmesi için işlerinden kovulur. Ücretlerin yarısının tasarrufu! Sonunda birisi, can alıcı noktaya gelir; yalnızca yedi - sekiz yaşında çocukları kullanma. Bir adaletsizliği göz ardı ederseniz, binlerce fazlasıyla karşılaşacağınız kesindir.

Bunun sonucu olarak koca, en azından, eşine daha küçümseyici davranır. Kocasının ona yönelttiği her bakıştan, her kelimeden biraz daha aşağılandığını hisseden zavallı kadın, karakterine bağlı olarak, açıkça veya gizlice isyan eder; buradan, hizmetçisi ve efendisi (hatta kadına kocasının mülkiyeti olduğu için, deyim yerindeyse, köle de denebilir) arasında doğan sürekli sinirlilik hali ile sonlanan, şiddetli, ıstıraplı sahneler ortaya çıkar. Bu hal öyle sancılı olur ki, koca evde kalıp eşiyle sohbet etmek yerine, oradan tüymek için acele eder, ve gidecek başka bir yeri olmadığından, acısına gömülmek ümidiyle kendisi gibi mutsuz olan diğer kocalarla apsent [3] içmek için meyhaneye gider.

İşçilerin meyhaneye gitme nedeni nedir? Bencillik, yöneten üst sınıfları tam bir körlükle çarptı. Servetlerinin, mutluluklarının ve güvenliklerinin işçi sınıfının manevi, entellektüel ve maddi iyileşmesine bağlı olduğunu anlamıyorlar Onlar, “insanlar ne kadar zalim olursa, onları susturmak o kadar kolay olur” diyen eski bir atasözüne göre düşünerek işçileri sefalet ve cehalete terk eder. İnsan Hakları Bildirgesi'nden [4] önce bu doğruydu, o zamandan beri bu kavram tarihi bir yanılgıyı, ciddi bir hatayı temsil etmektedir. Dahası, en azından tutarlı olunmalı: eğer biri yoksullaştırılmış sınıfı vahşi koşullarda bırakmanın iyi ve akıllı bir politika olduğunu düşünüyorsa, o halde neden ahlak bozukluklarını durmaksızın suçlamaktadır? Zenginler işçileri sarhoş, ahlaksız, tembel olmakla suçluyorlar ve bu suçlamayı desteklemek amacıyla: "Eğer işçiler fakir ise, bu onların kendi hatasıdır. Engelleri aşın, meyhanelere girin, zaman harcamak ve içmek için orda olan bir sürü işçi göreceksiniz.” diye haykırıyorlar. İnanıyorum ki, eğer işçiler, meyhaneye gitmek yerine, hakları hakkında öğrenmek ve onları yasal olarak geçerli kılmak için ne yapmaları gerektiğini değerlendirmek için bir odada bir seferde yedi kişi (Eylül yasalarının izin verdiği bir sayı bu) toplandıklarında, zenginler, meyhaneleri dolu gördüklerindekinden daha da mutsuz olacaklardır.

Bugün gelinen noktada, meyhane işçinin TAPINAĞIDIR; gidebileceği tek mekandır. Kiliseye inanmamaktadır; tiyatroda hiçbir şey anlamamaktadır. Bu, meyhanelerin her zaman dolu olmasının nedenidir. Paris'te, işçilerin dörtte üçünün evi yoktur: döşenmiş odalarda kalabalık içerisinde yatarlar ve evli olanlar yeterince boşluk veya havanın olmadığı çatı katlarında barınırlar, üstelik bundan dolayı ayaklarını hareket ettirmek veya akciğerlerini canlandırmak için dışarı çıkmak zorundadırlar. İnsanları eğitmek istemiyorsunuz, kendilerini eğitmelerinden, politika ve toplumsal öğretiler hakkında konuşmalarından korktuğunuz için toplanmalarını yasaklıyorsunuz; isyan edeceklerinden korktuğunuz için onların okumasını, yazmasını veya düşünmesini istemiyorsunuz. Fakat öyleyse onlardan ne yapmalarını istiyorsunuz? Eğer zihni etkinleştirecek her şeyi onlara yasaklarsanız, açıktır ki başvurabilecekleri tek yer gece kulübüdür. Zavallı işçiler! İster evlerinde olsun, isterse işyerinde olsun her çeşit sefalet ve kederle dolup taşmış bir durumdadırlar, veya mahkum oldukları iğrenç ve zoraki çalışma nedeniyle nihayet sinir sistemleri çok fazla bozulur, kimi zaman tam bir çılgın haline gelirler; bu koşullar altında, ıstıraplarından kaçabilmek için, meyhaneden başka sığınakları yoktur. Bu yüzden oraya giderler, berbat bir ilaç olan ancak onları hissizleştirecek meziyetteki apsenti içerler.

Bu tür doğruların aksine, evlerinde rahatça kurulmuş, her yemekte ve bol miktarda iyi Bordeaux şarapları, yıllanmış Chablisler, muhteşem şampanyalar içen sözüm ona faziletli, sözüm ona dindar beyefendilere toplumda rastlanır ve bu adamlar işçi sınıfının ayyaşlık, hovardalık ve taşkınlığına karşı uzun soluklu ahlakçı konuşmalar yaparlar.

İşçiler hakkında yaptığım çalışmalar sırasında (bunu 10 yıldır yapıyorum), bu işçiler arasında kendi hanelerinde mutlu olan hiçbir ayyaşla ve rahatlığın keyfini süren gerçek bir hovardayla hiç karşılaşmadım. Halbuki kendi hanelerinde mutsuz olan ve aşırı yoksulluk içinde yaşayanlar arasında iflah olmaz sarhoşlar gördüm.

Meyhane bu yüzden kötülüğün nedeni değil fakat basbayağı sonucudur. Kötülüğün nedeni; yalnızca işçi sınıfının içine atıldığı cehalet, sefalet ve acımasızlıktır. İnsanları eğitin ve yirmi yıl içinde meyhanelerin bariyerlerini tutan apsent satıcıları içki içen olmadığından dükkanlarını kapatacaklardır.

İşçi sınıfının Fransa'dakilere göre daha bilgisiz ve daha mutsuz olduğu İngiltere'de işçiler, erkek ve kadınlar, ayyaşlık batağını cinnetin eşiğine itiyor.

Bu tarz vakit geçirme kötülüğü arttırır. Ailesinin ihtiyacını karşılamak için hafta boyunca Pazar günü ücretlerini bekleyen eş, kocasının paranın çoğunu meyhanede harcadığını gördüğünde ümitsizliğe kapılmaktadır. Rahatsızlığı doruğa erişmekte ve vahşiliği ve hastalıklı doğası ikiye katlanmaktadır. İnsan, kocanın deneyimlediği mutsuzluğu ve kadının cefası hakkında fikir edinmek için işçilerin evlerine (özellikle kötü olanlarına) yakından bakmış olmalıdır. Serzeniş ve hakaretlerden darbelere, sonrasında da göz yaşlarına, cesaretin kırılmasına ve çaresizliğe gitmektedir....

Kocanın neden olduğu acı yüklemelerinden sonra, gebelikler, hastalıklar, işsizlik ve kapıda sürekli Medusa'nın kafası gibi dikilen yoksulluk gelir. Tüm bunlara, bir de bezdirici, yaramaz, sürekli annenin etrafında dönüp duran, ağlayan dört veya beş çocuğun neden olduğu sürekli öfkeyi ve hareket edebilecek tek bir yerin dahi olmadığı küçük bir işçi odasını ekleyin. Ah böyle bir ortamda birinin sinirli, acımasız ve aksi olmaması için dünyaya indirilmiş bir melek olması gerekir. Ancak, böyle bir aile ortamında çocuklara ne oluyor? Babalarını yalnızca akşamları ve pazar günleri görebiliyorlar. Sürekli sinirli veya sarhoş halde, onlarla yalnızca öfkeyle konuşan bir baba ve ondan tek duydukları hakaret veya küfür; annenin baba hakkında bitmeyen şikayetleri ile onu sevmiyor ve küçük görüyorlar. Anneye gelince, ondan korkuyorlar, ona itaat ediyorlar ama onu sevmiyorlar; çünkü erkekler onlara kötü davrananları sevmezler. Ve bir çocuk için annesini sevememek ne büyük bir trajedi! Başı bir belaya girdiğinde, kimin göğsüne başını yaslayıp ağlayacak? Bir dikkatsizlikle ya da yanlış bir yola saptığında büyük bir hata yaparsa, sırrını kime açabilir? Annesinin yanında olmaya hiç isteği kalmayan çocuk anne evini terk etmek için herhangi bir bahane arar. Erkekler için olduğu kadar, kızlar için de kötü ilişkiler kurmak kolaydır. Bir insan, boş gezmeden serseriliğe ve genellikle serserilikten de hırsızlığa geçer.

Genelevdeki insanlar ve hapiste acı çeken talihsizler arasında, bunu söyleyebilecek kaç kişi vardır: "Eğer bizi yetiştirmeye yeterli annelerimiz olmuş olsaydı, biz kesinlikle burada olmazdık".

Tekrar ediyorum, kadın, işçinin hayatındaki her şeydir. Anne olarak, çocukluğu boyunca erkeği etkiler; erkeğin edindiği kazanılması çok önemli olan bu bilimin, kaderi bizi etkileyen toplumsal çevreye uyarak kendimize ve diğerlerine uyum sağlayarak yaşamayı öğreten bu yaşam biliminin ilk nüveleri kadından ve yalnızca kadındandır. Sevgili olarak, onun bütün gençliği boyunca kadının onun üzerinde etkisi vardır, genç, güzel ve seven bir kızın edebileceği ne de güçlü bir etki! Eş olarak hayatının dörtte üçü boyunca onu etkiler. Sonuçta, kız çocuğu olarak onu yaşlılık döneminde etkiler. İşçinin konumunun aylak bir zenginden oldukça farklı olduğuna dikkat edin. Eğer zenginin çocuğunun kendisini büyütmekte yetersiz bir annesi varsa, çocuk ya bir yatılı okula verilir ya da çocuğa bir mürebbiye tutulur. Eğer genç adamın bir metresi yoksa, yüreğini ve hayal gücünü güzel sanatlar veya bilim çalışmaları ile doldurabilir. Eğer zengin adamın bir eşi yoksa, dünyada zaman geçirecek bir şeyden eksik kalmaz. Eğer zengin yaşlı adamın kızı yoksa, Boston [5] oyununu yapmaya seve seve razı olacak bazı eski arkadaşlar veya yeğenler bulabilir, oysa ki bütün zevklerin yasaklandığı işçi, tek neşe kaynağı olarak, avuntusu olarak, ailesindeki kadınların dostluğuna, kara talih yoldaşlarına sahiptir. Bu durumdan da anlaşıldığı gibi, halktan kadınların çocukluklarından itibaren, uğraşlarında yetenekli işçiler, aileleri için iyi anneler, çocuklarını yetiştirme ve yönlendirmede yetenekli ve onlar için la Presse'in dediği gibi doğal bedelsiz kadın öğretmenler olabilmeleri ve elbette doğumdan ölümlerine kadar etkiledikleri erkeklerine ahlaki yönden değerlendiren aracılar olarak hizmet edebilmeleri için, bütün iyi, doğal yatkınlıklarını geliştirmeye uygun akılcı, sağlam bir eğitim almaları işçi sınıfının entelektüel, manevi ve maddi iyiliğinin bakış açısından muazzam bir önemdedir.

Soruyu irdelemeye razı olmadan önce korkuyla haykıran siz erkekler, kadınlar için neden haklar talep ettiğimi, neden onların toplumda erkeklerle tamamıyla eşit düzeyde yer almalarını ve doğuştan gelen yasal haklar sayesinde bunun tadını çıkarmalarını istediğimi anlamaya başladınız mı?

Kadınlar için haklar talep ediyorum, çünkü dünyanın bütün hastalıklarının, kadınların doğal ve kazanılmış haklarının bugüne kadar uğratıldığı bu kayıtsızlık ve hor görülmekten geldiğine ikna oldum. Kadınlar için haklar talep ediyorum, çünkü eğitimlerinin gerçekleşmesi için tek yol bu ve çünkü kadınların eğitimi genel olarak erkeklerin eğitimine bağlı ve özellikle de halktan erkeklerin. Kadınlar için haklar talep ediyorum, çünkü kilisenin, hukukun ve toplumun gözünde kadınların itibarlarının iade edilmesinin yegane aracı budur ve eğer işçilerin kendisi haklarını kazanacaksa bu ön iade-i itibar gereklidir. İşçi sınıfının bütün hastalıkları bu iki kelimeyle özetlenebilir: yoksulluk ve cehalet, cehalet ve yoksulluk. Fakat bu labirentten çıkabilmek için, sadece tek yol görüyorum: Kız veya erkek bütün çocukları yetiştirmekle yükümlü kılındıkları için kadınların eğitimine başlamak.

İşçiler, günümüz koşulları altında, ailenizde neler olduğunu biliyorsunuz. Sen, eşi üzerinde hakları olan adam, eşinle beraber memnun bir şekilde mi yaşıyorsun? Konuş: mutlu musun?

Yok, hayır. Haklarınıza rağmen ne memnun ne de mutlu olmadığınızı görmek kolay.

Köle ile efendi arasında, birini ötekine bağlayan zincirlerin ağırlığının tükenmişliği olabilir ancak. Özgürlüğün olmadığı yerde ona, mutluluğun olamayacağını hissettirir.

Erkekler huysuz ruh halinden, sinsilikten ve bir kadının neredeyse bütün ilişkilerinde dışavurduğu gizli hırçın doğasından durmadan şikayet eder. Ah, eğer, yasa ve geleneklerin kendileri üzerine koyduğu sefillik durumunda kadınlar herhangi bir söylenme olmadan üzerlerinde ağırlık yapan boyunduruğa kendilerini adamış olsalardı kadın ırkı hakkında oldukça kötü bir fikrim olabilirdi. Tanrıya şükürler olsun, bu böyle değil! Zamanın başından beri itirazları her zaman aralıksız olmuştur. Ancak İnsan Hakları Bildirgesi'nden beri, onlar için yeni insanın ihmal ve aşağılamasını ortaya çıkaran bu onurlu yasadan beri, itirazları gayretli ve şiddetli bir niteliğe büründü, bu kölenin kızgınlığının dorukta olduğunu kanıtlamaktadır. . . .

İşçiler, siz iyi bir sağduyuya sahipsiniz ve sizinle akıl yürütülebilir, çünkü Fourier'in söylediği gibi, zihinleriniz bir çok kuramla tıkıştırılmamıştır, bir anlığına bir kadının erkekle yasal olarak eşit olduğunu var sayabilir misiniz? Peki, sonuç ne olurdu?

1. Bu andan itibaren insan, yasal bağımlılıktan kaynaklı şimdiki durumlarındaki kadının yetilerinin manevi ve fiziksel gelişiminden ister istemez kaynaklı tehlikeli sonuçlardan korkmak zorunda kalmazdı, insan onların zekâlarından yararlanmak ve olası en iyi avantajları sağlamak için oldukça dikkatli bir şekilde onları bilgilendirebilirdi;

2. Böylece siz, halktan erkekler, iyi ücretler kazanan hünerli işçiler, eğitimli, iyi yetişmiş ve oldukça becerikli bir şekilde sizi bilgilendirebilen, yetiştirebilen annelere sahip işçiler olurdunuz, tam da özgür erkekler için uygun olduğu gibi.

3. Kardeş, sevgili, eş, arkadaş olarak iyi yetiştirilmiş eğitimli kadınlarınız olurdu, gündelik yaklaşımları sizin için bundan daha iyi olamaz; hiçbir şey, bir erkek için eğitimli, iyi ve akıl ve iyi niyetle konuşan bir kadınla sohbetten daha tatlı, daha hoş olamaz.

İşçiler, eğer kadınlar erkeklerin eşiti olarak tanınsaydı proleter sınıfın tadını çıkaracağı konumu ancak kabataslak bir şekilde anlatan bu küçük resim, sizi mevcut kötüye karşı ve erişilebilecek iyiyi düşünmeye sevketmelidir. Bu size muhteşem kararlılık için ilham vermelidir.

İşçiler, eski yasaları ortadan kaldıracak ve yenilerini yapacak güce sahip değilsiniz - hayır, buna hiç şüphe yok; ancak size acı veren, özellikle size ve insanlığın ilerleyişine engel olan yasaların adaletsizlik ve saçmalığına karşı çıkacak gücünüz var. Dolayısıyla gayretli bir şekilde sizi ezen bütün yasaları fikirlerle, kelimelerle, yazılarla protesto edebilirsiniz - hatta bu kutsal bir görevdir. Bu yüzden şunu anlamak için çaba sarfedin: kadınları zapt eden ve onları eğitimden mahrum kılan yasa sizi ezmektedir, siz, proleter erkekleri.

Yetişmesi, bilgilendirmesi ve dünyanın yordamlarını öğrenmesi için, zengin ebeveynlerin oğlunun mürebbiyeleri ve bilgili öğretmenleri, yetenekli müdürleri ve sonunda güzel markizleri var, zarif, zeki kadınların işlevi, yüksek sosyetede, okulu bitirdikten sonra iyi ailelerin çocuklarının eğitimini ellerine almaktır. Bu, yüksek soyluların centilmenlerinin iyiliği için oldukça yararlı bir işlevdir. Bu leydiler onlara nezaket, zarafet, incelik, zihnin uyumluluğu, iyi bir terbiye öğretirler; kısacası, erkekleri yaşamayı bilen, düzgün centilmenler yaparlar. Eğer bir adam herhangi bir yeteneğe sahipse, eğer bu hoş kadınlardan birinin koruması altına girecek şansa sahipse, bahtı açıktır. Otuz beş yaşlarında bir büyükelçi veya bir bakan olacağından emindir. Oysa ki siz, zavallı erkek işçiler, yetişmeniz ve bilgilenmeniz için sadece annenize sahipsiniz; nasıl yaşacağını bilen adamlar haline gelmeniz için, sadece kendi sınıfınızdan kadınlara sahipsiniz, cehalet ve sefaletteki yoldaşlarınıza.

Daha önce alt sınıflardan kadınların cehaletinin oldukça vahim sonuçları olduğunu gösterdim. Kadınlar aşağılanma koşullarında kaldığı sürece işçilerin kurtuluşunun imkansız olduğunu savunuyorum. Bütün ilerlemeyi önlüyorlar. Zaman zaman karı ve koca arasındaki şiddet dolu sahnelere tanık oldum. Genellikle kurban oldum, çok kaba hakaretlere uğradım. Bu zayıf yaratıklar, meşhur tabirle kendi burunlarının ötesini göremiyorlar, kocalarına ve bana çok öfkeliler, çünkü işçinin zamanının birçok saatini politik ve toplumsal fikirlerle meşgul ederek kaybettiğini düşünüyorlar. "Kendini neden seni ilgilendirmeyen şeylerle meşgul ediyorsun?" diye feryat ettiler. "Yiyeceğimize yetecek kadarını kazanmayı düşün ve bırak da dünya nereye istiyorsa oraya gitsin".

Bunu söylemek acımasızca, ancak bazı mutsuz işçiler, iyi erkekler, zeki ve iyi niyetli, Pazar günlerini ve ufak birikimlerini davanın hizmetine adamak istemekten daha fazlasını istemeyen ve evde huzur bulmak için, beni görmeye geldikleri ve bana yazdıkları gerçeğini eşlerinden ve annelerinden saklayan erkekler biliyorum. Bu aynı kadınlar bana nefretle sarılıyorlar, benim hakkımda korkunç şeyler söylüyorlar, ancak hapishane korkusu onların evime gelip beni aşağılama ve dövme noktasından uzak tutuyor olabilir ve bütün bunların nedeni olarak, erkeklerinin kafasına onları, onlar için oldukça yararsız ve zaman kaybı olan okumaya, yazmaya zorlama fikirlerini sokarak büyük bir suç işlediğim olduğunu söylüyorlar. Bu oldukça üzücü! Bununla birlikte, toplumsal sorunları anlamaya yeterliliği olan ve sadık olduğunu kanıtlamış bazı kadınlarla da karşılaştım.

Bu yüzden, kadınların üstünlüğü adına (bazıları beni bu konuda suçlamaya girişmeyecektir) kadınların haklarını talep ettiğimi söylemiyorum; hayır, gerçekten. İlk olarak, kadının üstünlüğü sorununu tartışmadan önce, kadının toplumsal kişiliğinin tanınması gerekmektedir. Çok daha somut bir temele dayanıyorum. Erkekler, sizin kendi çıkarınız için; sizin iyiliğiniz için, ey, erkekler; son olarak, bütün erkeklerin ve kadınların evrensel iyiliği adına kadınların hakları için ve beklerken en azından bu hakları ilke olarak kabul etmeniz adına sizden talepte bulunuyorum.

Dolayısıyla, işçiler, karar sizin, uygulamada eşitsizliğin ve adaletsizliğin kurbanı olan sizin. Erkeklerle kadınlar arasındaki mutlak eşitliği ve en sonunda dünyada adaletin düzenini kurmak sizin elinizde.

Dünyaya muhteşem bir örnek armağan edin, ezenlerinize, şiddet gücüyle değil de yasa yoluyla zafer kazanmak istediğinizi kanıtlayacak bir örnek; ancak siz yedi, on, onbeş milyon proleter bu şiddet gücünü her an hizmetinizde bulabilirsiniz. Kendiniz için adalet isterken, adil ve tarafsız olduğunuzu kanıtlayın; ilan edin, siz güçlü erkekler, çıplak kollu erkekler, kadını eşitiniz olarak tanıdığınızı ve bundan dolayı kadını İŞÇİ ERKEK VE İŞÇİ KADINLARIN EVRENSEL BİRLİĞİ yararına eşit haklarla tanıdığınızı ilan edin.

İşçiler, belki üç veya dört yılda, 600 çocuk ve 600 yaşlıyı barındırmaya hazır, ilk sarayınıza sahip olacaksınız! Peki, yakın zamanda TÜZÜĞÜNÜZ olacak olan, yasalarınız aracılığıyla ilan edin, eşitlik için kadınların haklarını ilan edin. OUVRIERE BİRLİĞİ saraylarına eşit sayıda ERKEK ve KIZ kabul edileceğini, onlara entelektüel ve profesyonel eğitim verileceğini TÜZÜĞÜNÜZDE yazın.

İşçiler, '91'de [6] atalarınız ölümsüz ERKEĞİN HAKLARI deklarasyonunu ilan ettiler. Sizin bugünkü yasa karşısındaki özgür ve eşit erkekler olarak durumunuzu borçlu olduğunuz bu onurlu deklarasyondur. Atalarınıza bu muhteşem çalışma için saygınızı gösterin! Ancak, proleterler, başarması hiç de ondan daha önemsiz olmayan size de, 1843'ün erkekleri, düşen bir iş var. Sıra sizin, Fransız toplumunda kalan son köleleri de özgürleştirin; KADININ HAKLARINI ilan edin, aynı atalarınızın da sizin haklarınızı ilan ettiği koşullarla, şöyle söyleyin:

"Biz, Fransız proleterleri, elli beş yıllık deneyim sonrasında, kadınların doğal haklarının ihmal ve küçümsenmesinin, dünyanın hastalıklarının doğrudan nedenleri olduğu konusunda gereğince aydınlanmış ve ikna olduğumuzu kabul ediyoruz. Kadının kutsal ve vazgeçilemez haklarının, tüzüğümüzde yazılı bir şekilde resmi deklarasyonu aşamasına gelmiş bulunuyoruz. Kadınların deklarasyonumuza ilişkin bilgilendirilmesini arzuluyoruz, böylece kendilerinin, erkeklerin zorbalık ve adaletsizliğiyle küçük düşmelerine ve ezilmelerine izin vermeyebilirler ve erkekler kadınlara, annelerine, kendilerinin hoşuna giden özgürlük ve eşitliklerine saygı duyabilirler.

1. Toplumun amacı erkek ve kadınların ortak mutluluğu olduğuna göre, OUVRIERE BİRLİĞİ erkek ve kadınların işçiler olarak haklarından yararlanmasını güvence altına alır.

2. Bu haklar şunlardır: ister çocuk, yaralı veya yaşlı insan olsun, OUVRIERE BİRLİĞİNİN SARAYLARINA kabülde eşitlik.

3. Kadının gözümüzde erkeğin eşiti olması, kadınlar da her ne kadar farklı olsalar da, erkeklerin manevi ve profesyonel bilimiyle aynı derecede akılcı, katı ve kapsamlı bir eğitim alacaktır.

4. Yaralı veya yaşlılar için muamele, erkekler için olduğu gibi kadınlar için de her açıdan aynı olacaktır.

İşçiler, emin olabilirsiniz ki, eğer ileri sürdüklerimi tüzüğünüzde birkaç satırla yazacak yeterlilikte tarafsızlık ve adaletiniz varsa, kadın haklarının bu deklarasyonu kısa süre içerisinde gelenek olacak, daha sonra gelenekten yasaya dönüşecek ve yirmi beş yıl içerisinde onun Fransız toplumunu yönetecek olan yasa kitabının başında yazılı olduğunu göreceksiniz: erkek ve kadınlar için MUTLAK EŞİTLİK.

O zaman kardeşlerim, ancak o zaman, İNSANLIĞIN BİRLİĞİ oluşturulabilecektir.

'89'un çocukları, babalarınızın size miras bıraktığı görev budur!


BU KİTAPTA YER ALAN FİKİRLERİN BİR ÖZETİ


....amacı şöyledir:


1. Sıkı, katı ve çözülmez bir BİRLİK aracılığıyla İŞÇİ SINIFINI OLUŞTURMAK


2. Ulus karşısında, bu sınıfın varolma hakkı olduğu gerçeğini sıkıca yerleştirmek ve bu hakkın diğer sınıflarca kabulünü güvence altına almak için İŞÇİLERİN BİRLİĞİ tarafından seçilmiş ve maaşı ödenen bir savunucuyla işçi sınıfının temsiliyetini sağlamak


[İkinci ve üçüncü basımlarda "hak" kelimesi "ihtiyaç" kelimesiyle değiştirilmiştir]

3. Adalet adına, gasplara ve ayrıcalıklara karşı temyize gitmek.


[İkinci ve üçüncü basımlarda madde 3 çıkarılmış ve birinci basımdaki madde 4 ile değiştirilmiştir (aşağıda).]


4. Bir mülkiyet olarak kollarının meşruluğunun tanınmasının güvence altına alınması. (Fransa'da yirmi beş milyon proleterin kollarından başka mülkiyeti yoktur.)

5. Bütün erkek ve bütün kadınlar için çalışma hakkı meşruluğunun tanınmasının güvence altına alınması.

[İkinci ve üçüncü basımda bu madde 5, 4 olmuş ve madde 5 şu şekilde olmuştur: Bütün erkek ve bütün kadınların manevi, entelektüel ve profesyonel eğitim hakkının meşruluğunun tanınmasının güvence altına alınması.]

6. Mevcut toplumsal koşullar altında işin örgütlenmesinin olanaklarının araştırılması.

7. Her ofiste, işçi sınıfının çocuklarının, entelektüel ve profesyonel olarak eğitim göreceği ve çalışırken yaralanan işçi erkek ve kadınlarla, sakatlar veya yaşlıların bakım göreceği İŞÇİLERİN BİRLİĞİ SARAYLARININ inşası.

8. Halkın kadınlarının manevi, entelektüel ve profesyonel eğitiminin acil bir ihtiyaç olarak tanınması, böylece halkın erkeklerinin ahlaki yönden aracıları haline gelebilirler.

9. İNSANLIK BİRLİĞİNİN oluşturulmasının tek aracı olan erkeklerle kadınların yasal eşitliğinin ilke olarak tanınması.

* Union ouvriere 1. basım (Paris, 1843), s. 108, alıntılayan Jules Puech, La Vie et l'oeuvre de Flow Tristan içinde (Paris, 1925), s. 126-27. Bu özgün özet ikinci basım için biraz değiştirilmiştir (köşeli parantezlere bakınız). Bu değişiklikler Union ouvriere, 3. basım, 1844, EDNIS tarafından yeniden baskı, Editions d'Histoire Sociale (Paris, 1967), s. 108. kaynağından alınmıştır. Puech'a göre, s. 490, ikinci ve üçüncü basımlar bu bakımdan aynıdır.


1 çn. Fransızca'daki dişil işçi kelimesiyle İşçi Birliği anlamına gelen ifade
2 çn. Fransız devriminin olduğu 1789 yılı
3 çn. yüksek alkol oranına sahip, günümüzde çoğu ülkede yasaklanmış olan yeşil renkli bir içki
4 çn. 26 Ağustos 1789'da Fransa Ulusal Meclisi tarafından kabul edilen bildirge. Orijinali, Türkçe'ye “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi” olarak çevrilen Fransızca “Déclaration daes droits de l'homme et du citoyen”dir.
5 çn. Bir iskambil oyunu
6 çn. 1791'deki kısa ömürlü Fransız Anayasası

20 Ağu 2013

Occupied Times David Harvey Röportajı

Harvey: “toplumun dış yüzeyinin altında köpüren volkanik bir halin olduğunu hissedersiniz ve onun daha sonra ne zaman ve nerede patlayacağını asla bilemezsiniz.”

Occupied Times: "Kent hakkı" kavramından ilk olarak 1968 yılında Henri Lefebvre bahsetti. O "inşa ettiği şehrin baş kahramanı olarak insanın kurtuluşunun ... onun kolektif yaşam için inşa ettiği buluşma noktası" olduğunu savundu.Siz bu kolektif hakkı - kendimizi ve şehirlerimizi yeniden yaratmayı - "en değerli ancak en çok ihmal edilen insan haklarından biri" olarak ifade ettiniz.Son yıllarda bu insan hakkını hangi şekillerde ihmal ettiğimizi düşünüyorsunuz?
 
David Harvey: Eğer ne tür bir şehir inşa edileceği sorusu, ne tür insanlar olmak istiyoruz sorusuna ciddi bir şekilde bağlı ise, o halde bu ilişkiyi açıkça tartışma eksikliği; bizim, insanları ve onların tutkularını yeniden şekillendirilmesini sermaye birikiminin gereksinimlerine terk ettiğimiz anlamına gelir. Bence, 1945'ten sonra Amerika'nın banliyöleşmesinin, sadece Amerika'yı efektif talebi muazzam genişletme yoluyla 1930'ların kriz koşullarına dönüş ihtimalinden kurtarmaya yardım etmekle kalmayıp, aynı zamanda sosyal ve politik olarak devrimci bilinçten veya anti-kapitalist duyarlılıktan yoksun bir dünya yaratmaya da hizmet ettiği, plancılar ve politikacılar tarafından çok iyi anlaşılmıştır. 1960'ların feministlerinin banliyöleri kendi düşmanları olarak görmesi ve banliyö yaşam tarzının sınıfa karşı ön yargılı, ayrımcı ve aşırı ırkçı bir politik öznellikle ilişkilendirilmesi hiç de şaşırtıcı değil.
 
OT: Londra çok kültürlü bir şehir olarak övülür ve belki de kent hakkının önemli bir bileşeni de bir arada yaşama hakkıdır. Şehirleri yeniden tasarlarken ve yeniden yaratırken, bir şehrin yeniden yapılanmasının orada var olan farklı fikirlere ya da topluluklara imtiyaz tanıyan veya onları ayıran bir şekilde yapılmadığından nasıl emin olabiliriz?
 
DH: Toplumsal hareketler, siyasete etkin katılım ve bulunduğu yerelde mücadele etme isteği dışında hiç bir şey bundan emin olmamızı sağlamaz. Şehrin içinde ve ona ilişkin mücadele sağlıklı bir şeydir, devlet müdahalesiyle kontrol edilmesi ve bastırılması gereken bir hastalık değildir.
 
OT: Dijital bir çağda yaşıyoruz. Birçok durumda, insanlar binlerce kilometre uzaktaki insanlarla aynı sokaktaki komşularından daha samimi ilişkiler geliştiriyor. Eğer şehirler, tarihsel olarak, ortak fiziksel mekan etrafında gelişmeye eğilimli ise, fiziksel/mekansal toplulukların üstünlüğünü sarsan iletişim teknolojileri, kentin gelecekteki yapılanmasını nasıl etkileyecek?
 
DH: Yeni teknolojiler, hem yararlı hem de zararlı. Bir yandan "kitle oyalama silahları" olarak işlev görebilir ve insanları politikaya inanmanın yalnızca sanal bir dünyada mümkün olacağına inanmaya yönlendirebilir. Veya, sokaklarda, mahallelerde ve tüm şehirde siyasal eylemleri yaymak ve düzenlemek için kullanılabilir. Kahire, İstanbul, Atina, Sao Paulo, vb. de gördüğümüz gibi siyasal eylemler için sokaklardaki bedenlerin yerini hiç bir şey tutmuyor. Aktif sokak siyaseti ile birlikte çalışan yeni teknolojiler inanılmaz bir güç olabilir.
 
OT: Neil Grey "Kimin isyan şehri?" başlıklı yazısında, sizin en son kitabınız olan "Asi Şehirler"deki analizinizin, ilk defa 1960 ve 1970'ler İtalyasındaki kent mücadeleleri sırasında ortaya çıkan - 'Şehri Ele Geçir' sloganıyla; toplumsal yeniden üretim çevresindeki feminist tartışmalarla; 'toplumsal fabrika' fikriyle ve sözde 'bölgesel halk hareketleriyle' nitelenen - Otonom Marksist geleneği ihmal ettiğinizi, bunun yerine teorinizin kentleşme yoluyla sermayeyi emme ve artı değer üzerinde durduğunu ileri sürüyor. Bu eleştiriye cevabınız nedir? Bu siyasi uygulamaların, yerel halkın şehirlerini nasıl yeniden örgütleyeceğinin ana hatlarını çizmede kullanılabileceğine katılıyor musunuz?
 
DH: Bu eleştiri tuhaf. Elbette 2. bölüm sermaye birikimi süreçleri aracılığıyla kentleşme oluşumu hakkındadır, ama 5. bölüm kentlerdeki toplumsal sınıf hareketlerine ayrılmıştır. Ben tabii ki bu tür hareketlerin hepsini kapsayamayabilirim ve bu nedenle tıpkı İtalya'daki otonomist hareketle bağlantılı olanlar gibi kesinlikle kapsayamadığım değerli bir çok hareket vardır. Ancak ben, sınıf mücadelesi çerçevesinde tüm bu olanların hangi yollarla olduğunu kuramlaştırmaya çalışırken, yüzyılın başlarında insanların evleriyle İtalya'da fabrika konsey hareketini tamamlama şekillerini inceledim ve tabi ki Paris Komünü ve diğer kent ayaklanmalarında olduğu gibi, El Alto'nun hikayesinden de çok fazla ilham aldım. Yani, benim sadece artı-değerle oluşan sermayenin emilmesiyle ilgilendiğimi söylemek oldukça garip ve bence Neil Grey ya kitabı sonuna kadar okumadı ya da, ben onun özel, en çok sevdiği toplumsal kent hareketini ele almadığım için önemsemedi.
 
Bu arada ben, Gramsci'nin fabrika konseylerini bölgesel komitelerle desteklemenin önemi üzerine olan yorumundan alıntı yapmak isterdim: "bölge komiteleri aynı zamanda garson, taksi şoförü, tramvay işçisi, demir yolu işçisi, çöpçü, özel sektör çalışanı, katip ve diğerleri gibi farklı tabakalardan işçilerin olduğu bölgelerdeki temsilcileri birleştirme yolları araştırmalı. Bölge komitesi, o bölgede yaşayan tüm işçi sınıfının, yetkilerce desteklenen kendiliğinden gelişen bir disiplini uygulayabilen ve bütün bölgede anında ve tamamen işin durdurulmasını düzenleyen ve meşru ve otoriter bir dışa vurumu olmalıdır."
 
OT: Çin'de, hızlı kentleşme ve sürekli büyüyen emlak balonunun ardından, Batı'da yaşayan insanların haberi olmadığını ileri sürdüğünüz yükselen bir sınıf mücadelesi olduğundan bahsettiniz. Eğer Çin'de yaşanan duruma daha dikkatli bakacak olursak, ne öğrenebiliriz?
 
DH: Şu anda Çin'de açığa çıkan çok daha fazla şey var ve hem devasa ölçütlerde emlak balonları hem de 2008'de ihracat piyasasının çökmesine tepki olarak kentleşmenin aşırı üretim kronik sorununun tehlikelerine karşı yükselen bir farkındalık da var. Kentlerde yaşanan aşırı birikim konusunda çok ciddi bir tedirginlik var. Teorik olarak, ben neler olduğunu anlıyorum ama iş durdurmaya geldiğinde bir şey diyemiyorum. Çin'de kentsel ve endüstriyel alanda çok fazla huzursuzluk olduğunu biliyoruz ama bunun ne kadar ve ne önemde olduğuna karar vermek çok güç.
 
OT: Siz "mülksüzleştirme yoluyla birikim" olarak adlandırdığınız kavramı kapitalizmde kentleşmenin merkezine yerleştiriyorsunuz. Londra'yı çevreleyen topraklar bugünlerde "yenileme" bahanesiyle, konut yardımı kesintisi ve sözüm ona “yatak odası” isimli yeni vergiyle birlikte dönüştürülüyor. (çn. “Yatak odası” vergisine göre ev sakinlerinin konut yardımı eğer tek bir boş yatak odaları varsa %14, bu sayı iki ve daha fazla ise %25 kesintiye uğrayacaktır.) Gayri menkul geliştiricileri sosyal konutları 'uygun fiyatlı' mülklerle değiştirebilsin diye evlerini yitirmiş Elephant & Castle içindeki Heygate konutlarında oturan yüzlerce kişi pek çok örnekten bir tanesidir. Taban örgütlenme mücadeleleri bu yer değiştirmelere direnmek için ortaya çıktı, ama sürekli olarak siyasal ve yasal kısıtlamalarla karşı karşıya kalıyorlar.Şehir genelinde veya daha geniş anlamda birleşik bir hareketin önemi ve olası güçlükleri hakkında sizin düşünceleriniz nelerdir?
 
DH: Ben tüm şehir genelinde mülksüzleştirilmeye karşı mücadelede mümkün olduğunca birleşmenin hayati öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Ama böyle yapmak, mülksüzleştirilmenin oluşması ve kökenlerinin biçimleri hakkında doğru bir bakış gerektirir. Örneğin, şu aralar, gayri menkulcülerin talancı icraatlarının ve onların il çapındaki finansörlerinin birlikteliğini tanımlamaya ve onların uygulamalarını dizginlemek ve kontrol altında tutmak için il çapında kolektif bir mücadele başlatmaya ihtiyaç var. Son zamanlarda, Brezilya'da ulaşım masraflarına, aynı zamanda Dünya Kupası için yapılacak olan stadyum binasına (Brezilya hakkında konuştuğumuzu düşünürsek bu dikkat çekicidir) ve yer değiştirmelere, kamu kaynaklarının israfına dair kentsel huzursuzluklar görmekteyiz. Bu nedenle kent çapında ve kent ekseninde mücadeleler görmek imkansız değildir. Tehlike, her zaman olduğu gibi, insanların kavgadan yorulmasıyla, mücadelenin zayıflamasıdır. Tek çözüm mücadeleleri devam ettirmek ve bunu yapacak kapasiteye sahip örgütler kurmak (özellikle bir kent mücadelesi olmamasına karşın, Brezilya'daki MST buna iyi bir örnektir).
 
OT: Londra'da bariz bir kamusal alan eksikliği var. Şehrin çoğu özel mülkiyete ait. Şehir gözetim panoptikonu, 'izinsiz girilmez' işaretleri ve piyasa müdahalesi olmayan bir kamusal alan yokluğu ihtiyacını karşılıyor.Kapitalizmin tahribatına karşı direnenlere, sadece çalışmaları için değil, aynı zamanda da yaratıcı etkileşim için yeni yollar keşfetmelerine olanak sağlamak için, halka/topluma açık alanlar araştırmak ve geliştirmek önemli midir?
 
DH: Devlet tarafından kontrol edilen alanları özgürleştirme ve onları halkın kontrolünde olan meydanlar haline getirme sorunu bence kritiktir. Aynı zamanda kamusal alanların yeniden kazanılması çok önemlidir ve umarım böylesi bir sona doğru yönelen pek çok harekete şahit oluruz.
 
OT: Dünya düzenini değiştirmenin güçlü bir yolu olarak "sosyalist şehirler ittifakı" ihtimalinden söz ettiniz. Ne demek istediğinizi ve bunun nasıl işe yarayacağını açabilir misiniz?
 
DH: Bu ilk bakışta biraz alışılmadık bir fikir ancak halihazırda şehirler arasında ve ABD'deki silah kontrolü, gibi bazı konularda bir çok karşılaştırma ve iletişim var. Kent yönetimleri arasında gittikçe daha iyi sonuçlar verebilen iş birliği bağlantıları var. Ben bu tür eylemlerin neoliberal uygulamalara karşı neden daha ileri gidip örgütlü bir kent direnişi kuramadığını anlayamıyorum. İngiltere'de kent yönetimleri çevresinde sözde yatak odası vergisine karşı eş güdümlü bir tepkinin, daha önce gözler önüne serilmiş olan kişi başına alınan vergi mücadelesinin yönteminde yankılanacağını düşünüyorum. Biz aslında bu türden şeyler yaptık ancak sonrasında bunların tahlilini tam olarak yapmadık ve ihtimallerini değerlendirmedik.
 
OT: Sivil itaatsizlik, aralarında Yunanistan, Madrid, Meksika, Buenos Aires, Santiago, Bogota, Rio de Janeiro ve en son Stockholm'ün de bulunduğu tüm dünya şehirlerinde olduğu gibi Londra şehir yaşamının da çok yinelenen bir özelliği haline geliyor. Ayaklanmalar (sadece protestolar ve örgütlü toplumsal hareketler değil) şimdi kent hakkını geri kazanma aracının bir parçası mıdır? Burada, dünyanın finans kapitali içinde olanlar, diğer şehirlerde olan bu mücadelelerden ne öğrenebilirler?
  
DH: Beni bu soruları yorumlamam üzerine çağırdığınızdan bu yana, İstanbul (örneği) var. Küresel duruma baktığınızda, toplumun dış yüzeyinin altında köpüren volkanik bir halin olduğunu hissedersiniz ve onun daha sonra ne zaman ve nerede patlayacağını asla bilemezsiniz (en son ziyaretimde bana kolay anlaşılır gelmesine rağmen, İstanbul'da pek çok hoşnutsuzluğun olduğu kimin aklına gelirdi ki). Bana kalırsa bizler kendimizi bu tür patlamalara karşı hazırlamalıyız ve elimizden geldiği kadarıyla bunları sürekli eylemler içerisinde destekleyen ve geliştiren alt yapı ve örgütsel biçimleri kurmalıyız.
 
OT: Özel mülkiyetin yerleşmiş yasallığını genel kavram içerisinde tanımlarken, İngiltere'de arsa değeri vergisi uygulamanın yararları üzerine görüşleriniz nelerdir?Bu vergiyi savunanların dediği gibi herhangi bir dengeleme etkisi elde edebilir mi?
 
DH: Ben arazi değer vergisinin yardımcı olabileceğini düşünüyorum ama, sonuçta, son yıllarda özellikle Londra ve New York gibi büyük şehirlerde çok güçlü olan rantiye sınıfı tarafından elde edilen çok büyük servetler sorunu üzerine eğilmiyor, oysa bu mülksüzleştirmenin yüzleşilmesi gereken asıl şeklidir.

23 Haz 2013

Türkiye: Ağaçlardan Ormanı Görememek / Michael Roberts

TÜRKİYE:AĞAÇLARDAN ORMANI GÖREMEMEK
Michael Roberts, 3 Haziran 2013

Türkiye'de geçtiğimiz hafta boyunca yaşanan protesto patlaması hükümetin, içerisinde başka bir cami daha içeren başka bir AVM daha ile parkı değiştirme, laik Atatürk Kültür Merkezi'ni yıkıp yerine Osmanlı dönemi askeri bir kışlayı tekrar inşa etme planı kapsamında Gezi parkındaki ağaçların kesilmesini insanların engellemeye çalışmasıyla başlamıştı. Bu tarihsel bir rastlantı değildi, yeşil alanların gelişmeye feda edilmesine Türklerin geniş bir kesimi tarafından (işçi sınıfı ve orta sınıf) karşı çıkılıyordu. OECD'ye göre Türklerin %33'ü yeşil alanlardan yoksun olduğunu düşünüyor ki bu OECD Avrupa ülkelerindeki ortalama %12'den daha da yüksek olan bölgedeki en yüksek tatminsizlik seviyesidir.

Yöneten AK parti ile yerli ve yabancı sermayeyi ilgilendirdiği kadarıyla Türkiye kapitalizmi gelişiyordu ve ağaçlar da dahil olmak üzere bunun önünde hiç bir şey durmamalıydı. Türkiye OECD'nin zenginler kulübünün basamaklarını çıkmak istiyor ve hala on yılın sonunda Avrupa Birliği'ne girebilmek için uğraşıyor. Aynı zamanda, hükümet despot bir şekilde, bu kapitalist genişleme üzerine, İran tarzındaki alkol kullanımı, dini gerekleri yerine getirme, giyinme üzerine katı kurallar koyma ve kadınları boyunduruk altına alma şeklindeki İslami türdeki devlet üst yapısını dayatmaya çalışıyor. Bugüne kadar AK parti çok başarılıydı, seçimleri ardı ardına kazanıyordu, Atatürk'ün önceki laik ordusunu küçültüyordu ve yozlaşmış orta sınıf partilerinin laik muhalefetini dağıtıyordu. AK Parti bu çabasında 10 yıldan biraz daha fazla bir zamandır kendisine taban haline getirdiği şehirlerin büyük kent yoksullarının desteğini aldı. Fakat elbette, bu tartışmasız gücü edinerek, şimdi büyük iş dünyası ve yabancı sermaye (zaman zaman yaşanan sürtüşmelere rağmen) için bir araç haline geldi. Hükümet gittikçe daha fazla kendisini, bölgedeki çeşitli çatışmalara müdahale edebilmesi mümkün ve bu konuda istekli olan bölgesel bir güç olarak görüyor: İran, Filistin ve yakın geçmişte Suriye.

Yüzeyde görünen odur ki Türkiye sermayesi büyük problemlerle karşılaşmadan büyümektedir. Ve kentlere yoksul kırsal alanlardan gelen emek gücünü sömürmek üzere (kapitalist gelişmenin klasik kaynağı) yabancı sermayenin ülkeye akışıyla ekonomik büyümenin son yıllarda hızlandığı da doğrudur. Fakat bu belirgin ekonomik başarı, zayıf bir kapitalizmin güçsüz ve genç ayakları üzerine kurulmuştur ve yolsuzluklar, dini geri kalmışlık, insan hakları ve yasaların yetersizliği tarafından aşağıya çekilmektedir. IMF'ye göre, Gini katsayısı ile ölçülen gelir dağılımının eşitsizliği 40 civarındadır, bu gelişmiş kapitalist ekonomilerin en eşitsiz olanı ABD'den daha yüksek ve gelişen Avrupa'da, Rusya'nın dışında, en yükseğidir.

Türkiye'nin, Sınır Tanımayan Gazeteciler Basın Özgürlüğü Sıralamasında 154. sırada olması bir sürpriz değildir. Türkiye sadece “gazeteciler için şu anki dünyanın en büyük hapishanesi” değil aynı zamanda medya patronlarının hükümetin baskısıyla gazetecileri işten kovduğu bir ülkedir. Ve refah göreceli bir şeydir, ve elbette herkes için değildir. 15-64 yaş arasındaki çalışabilir nüfusun %48'i ücretli bir işe sahiptir ki bu OECD ortalaması olan %66'dan daha düşüktür ve OECD içindeki en düşük orandır. Türkiye'de insanlar yılda 1877 saat çalışmaktadır, bu değer de OECD ortalaması olan 1766 saatten yüksektir. Bununla birlikte Türkiye'de çalışanların %46'sı çok uzun saatler boyunca çalışmaktadır, bu oran ortalamanın %9 olduğu OECD içerisindeki en büyük orandır.

İnsanların yaklaşık %67'si var olan barınma durumundan memnun olduğunu söylemektedir, bu oran OECD ortalaması olan %87'den oldukça düşüktür ve OECD ülkeleri arasında en düşük düzeydir. Türkiye'de, ortalama bir ev kişi başına 0.9 oda barındırır, bu oran OECD ortalaması olan kişi başına 1.6 odadan daha düşük ve OECD içerisinde en düşük oranlardan biridir. Temel olanaklar bağlamında Türkiye'de insanların %87.3'ü konut içinde sifonlu tuvalet özel erişimine sahip konutlarda yaşamaktadır, bu oran OECD ortalaması olan %97.8'den düşüktür, OECD ülkeleri arasındaki en düşük orandır.

En başarılı okul sistemleri bütün öğrencilere yüksek kalitede eğitim sağlayabilenlerdir. Türkiye'de, en yüksek sosyo-ekonomik katmanın %20'si ile en düşük sosyo-ekonomik katmanın %20'si arasındaki sonuçlardaki ortalama fark, 106 puandır, bu OECD ortalaması olan 99 puandan yüksektir. Bunun anlamı Türkiye'deki okul sisteminin çoğunlukla daha varlıklı olanlar için daha kaliteli eğitim sağladığıdır.

Türkiye'nin toplam sağlık harcaması GSYİH'in %6.1'dir, OECD ülkeleri içerisindeki %9.5 ortalamadan üç puan daha azdır. 2008'de 913$ ile Türkiye'nin kişi başına sağlık harcaması da OECD'nin en düşüğüdür, OECD ortalaması 3268$'dır. Türkiye'de insanların sadece %61'i suyun kalitesinden memnun olduklarını söylemektedir. Bu sayı OECD'nin en düşüğüdür, ki ortalama tatmin düzeyi %84'tür, bu bize Türkiye'nin sakinlerine iyi kalitede su sağlamakta zorluklarla karşılaştığını göstermektedir.

Büyük Durgunluk Türkiye kapitalizmini de başka yerlerdeki kadar sert vurdu. Hükümetin buna yanıtı (IMF tavsiyesine karşın) yurtiçi talebi beslemek için muazzam kredi canlanmasını serbest bırakmak olmuştur. Bu enflasyon oranını çift hanelere çıkarmış ve 2011 yılının cari işlem açığını GSYİH'in %10'una (dolar bakımından dünyanın en büyük ikincisi) genişletmiştir, bu da Türkiye'yi, küresel belirsizliğin devam ettiği zamanlarda sermaye akışının tersine dönme risklerine açık hale getirmiştir. Dışsal finansman gereksinimleri GSYİH'in %25'i kadardır, böylece Türk bankaları kısa vadeli yabancı borçlanmaya bel bağlamaktadır. Türkiye tarım ekonomisinden hizmetler ekonomisine 20 yıllık bir süre içerisinde sıçramıştır ve durgunluk imalat temelini zayıflatmıştır. Eczacıbaşı ve Zorlu gibi gruplar son bir kaç yılda, ana faaliyet alanlarında yatırım yapmak yerine devasa alışveriş merkezleri kurmayı tercih etmiştir.

Son iki yılda, ekonomi, yurtiçi taleplerin zayıflamasının etkisiyle yavaşladı. Türkiye yabancı sermaye akışının yaratabileceği canlanma-düşüş döngülerine meyilli kalmaya devam etmektedir. Küresel emperyalizmin sağlığı Türkiye'nin kendi büyümesinde hala ağır basan etkendir. Ulusal tasarruflar son 15 yılda çarpıcı bir şekilde düşmüştür, 1990'ların sonunda GSYİH'in %25'i iken şimdi %15'den daha düşüktür. Bu azalma bu dönem boyunca herhangi bir G-20 ülkesinden daha büyük olmuştur ve yeni gelişen ekonomilerin deneyimlerine katı bir karşıtlık şeklinde durmaktadır. Bu yüzden Türkiye, pazarlanabilir sektöre daha fazla doğrudan yabancı yatırım (DYY) çekebilmek için kendi emek gücünü rekabet edebilir yapmaya mecburdur. GSYİH'in %2'si civarında olan DYY girişleri hala G-20 EM (“Emerging Markets”, Gelişen Pazarlar) ortalamasının altındadır, bu akışların çoğu da üretken olmayan bankacılık, emlak gibi sektörlere doğrudur.

2003 ve 2011 arasında, reel yıllık GSYİH büyümesi ortalaması %5.3'tü, ancak işsizlik oranları çift haneli kalmaya devam etti, böylece sömürülecek yedek bir ordu yaratıldı. Diğer ülkelerle ticaret ve gelir açığı ortalama olarak GSYİH'in %5'inden üstündeydi. Ancak bunlar Türk kapitalizminin iyi yıllarıydı. Ekonomik büyümenin içinde olduğumuz on yıllık sürenin kalanında yavaşlaması, yılda en fazla %4 olması ve hatta altına düşmesi, dış açığın da GSYİH'in %7.5'ine genişlemesi bekleniyor. Son on yıldaki canlanma kısmen emlak, kredi ve hizmetler ve inşaat sektörlerine dayanmaktaydı, gittikçe azalan bir şekilde de üretim, ihracat ve yatırıma.

Bunun nedeni Türk sermayesinin kârlılığının, emek gücünün genişlemesinin yavaşlamaya başlamasıyla gerilemesidir. Bu gerileme 1990'lı yıllarda görünürdü. AKP'nin kurulduktan hemen bir yıl sonraki 2002 seçimlerini dev şirketlerin desteğiyle ezici bir şekilde kazanması bir kaza değildi. AKP altında, kârlılık çarpıcı bir toparlanma yaşadı (her ne kadar kısmen üretken olmayan yatırıma dayansa da). Büyük durgunluk yeni bir tersine dönmeyi ortaya çıkardı ve bu defa kârlılıktaki toparlanma duraksadı. 2010 başında kârlılık önceki tepe noktasına toparlanmış olsa da, o zamandan beri bir düşüşte ve Büyük Durgunluktan önceki tepenin hala altında.

(Grafik yıllara göre Türkiye'nin kâr oranı yüzdesini göstermektedir)

Türk kapitalizminin ormanlarındaki yeşil sürgünler hiç de sağlıklı değiller, öyle ki hükümet ağaçları yerinden sökmeye devam edemeyecektir.



MEP Notu: Bu yazıdaki veriler için OECD istatistikleri ve IMF ülke raporu gibi çeşitli kaynaklar kullanılmıştır.