Michael Roberts, 3 Haziran 2013
Türkiye'de geçtiğimiz hafta boyunca yaşanan protesto patlaması
hükümetin, içerisinde
başka bir cami daha içeren
başka bir AVM daha ile
parkı değiştirme, laik Atatürk Kültür Merkezi'ni yıkıp yerine
Osmanlı dönemi askeri bir kışlayı tekrar inşa etme planı
kapsamında Gezi parkındaki ağaçların kesilmesini insanların
engellemeye çalışmasıyla başlamıştı. Bu tarihsel bir
rastlantı değildi, yeşil alanların gelişmeye feda edilmesine
Türklerin geniş bir kesimi tarafından (işçi sınıfı ve orta
sınıf) karşı çıkılıyordu. OECD'ye göre Türklerin %33'ü
yeşil alanlardan yoksun olduğunu düşünüyor ki bu OECD Avrupa
ülkelerindeki ortalama %12'den daha da yüksek olan bölgedeki en
yüksek tatminsizlik seviyesidir.
Yöneten AK parti ile yerli ve yabancı sermayeyi ilgilendirdiği
kadarıyla Türkiye kapitalizmi gelişiyordu ve ağaçlar da dahil
olmak üzere bunun önünde hiç bir şey durmamalıydı. Türkiye
OECD'nin zenginler kulübünün basamaklarını çıkmak istiyor ve
hala on yılın sonunda Avrupa Birliği'ne girebilmek için
uğraşıyor. Aynı zamanda, hükümet despot bir şekilde, bu
kapitalist genişleme üzerine, İran tarzındaki alkol kullanımı,
dini gerekleri yerine getirme, giyinme üzerine katı kurallar koyma
ve kadınları boyunduruk altına alma şeklindeki İslami türdeki
devlet üst yapısını dayatmaya çalışıyor. Bugüne kadar AK
parti çok başarılıydı, seçimleri ardı ardına kazanıyordu,
Atatürk'ün önceki laik
ordusunu küçültüyordu ve yozlaşmış orta sınıf partilerinin
laik muhalefetini dağıtıyordu. AK Parti bu çabasında 10 yıldan
biraz daha fazla bir zamandır kendisine taban haline getirdiği
şehirlerin büyük kent yoksullarının desteğini aldı. Fakat
elbette, bu tartışmasız gücü edinerek, şimdi büyük iş
dünyası ve yabancı sermaye (zaman zaman yaşanan sürtüşmelere
rağmen) için bir araç haline geldi. Hükümet gittikçe daha fazla
kendisini, bölgedeki çeşitli çatışmalara müdahale edebilmesi
mümkün ve bu konuda istekli olan bölgesel bir güç olarak
görüyor: İran, Filistin ve yakın geçmişte Suriye.
Yüzeyde görünen odur ki Türkiye sermayesi büyük problemlerle
karşılaşmadan büyümektedir. Ve kentlere yoksul kırsal
alanlardan gelen emek gücünü sömürmek üzere (kapitalist
gelişmenin klasik kaynağı) yabancı sermayenin ülkeye akışıyla
ekonomik büyümenin son yıllarda hızlandığı da doğrudur. Fakat
bu belirgin ekonomik başarı, zayıf bir kapitalizmin güçsüz ve
genç ayakları üzerine kurulmuştur ve yolsuzluklar, dini geri
kalmışlık, insan hakları ve yasaların yetersizliği tarafından
aşağıya çekilmektedir. IMF'ye göre, Gini katsayısı ile ölçülen
gelir dağılımının eşitsizliği 40 civarındadır, bu gelişmiş
kapitalist ekonomilerin en eşitsiz olanı ABD'den daha yüksek ve
gelişen Avrupa'da, Rusya'nın dışında, en yükseğidir.
Türkiye'nin, Sınır Tanımayan Gazeteciler Basın
Özgürlüğü Sıralamasında 154.
sırada olması bir sürpriz değildir. Türkiye
sadece “gazeteciler için şu anki dünyanın en büyük
hapishanesi” değil aynı zamanda medya patronlarının hükümetin
baskısıyla gazetecileri işten kovduğu bir ülkedir. Ve refah
göreceli bir şeydir, ve elbette herkes için değildir. 15-64 yaş
arasındaki çalışabilir nüfusun %48'i ücretli bir işe sahiptir
ki bu OECD ortalaması olan %66'dan daha düşüktür ve OECD
içindeki en düşük orandır. Türkiye'de insanlar yılda 1877 saat
çalışmaktadır, bu değer de OECD ortalaması olan 1766 saatten
yüksektir. Bununla birlikte Türkiye'de çalışanların %46'sı çok
uzun saatler boyunca çalışmaktadır, bu oran ortalamanın %9
olduğu OECD içerisindeki en büyük orandır.
İnsanların yaklaşık %67'si var olan barınma durumundan memnun
olduğunu söylemektedir, bu oran OECD ortalaması olan %87'den
oldukça düşüktür ve OECD ülkeleri arasında en düşük
düzeydir. Türkiye'de, ortalama bir ev kişi başına 0.9 oda
barındırır, bu oran OECD ortalaması olan kişi başına 1.6
odadan daha düşük ve OECD içerisinde en düşük oranlardan
biridir. Temel olanaklar bağlamında Türkiye'de insanların
%87.3'ü konut içinde sifonlu tuvalet özel erişimine sahip
konutlarda yaşamaktadır, bu oran OECD ortalaması olan %97.8'den
düşüktür, OECD ülkeleri arasındaki en düşük orandır.
En başarılı okul
sistemleri bütün öğrencilere yüksek kalitede eğitim
sağlayabilenlerdir. Türkiye'de, en yüksek sosyo-ekonomik katmanın
%20'si ile en düşük sosyo-ekonomik katmanın %20'si arasındaki
sonuçlardaki ortalama fark, 106 puandır, bu OECD ortalaması olan 99
puandan yüksektir. Bunun anlamı Türkiye'deki okul sisteminin
çoğunlukla daha varlıklı olanlar için daha kaliteli eğitim
sağladığıdır.
Türkiye'nin toplam
sağlık harcaması GSYİH'in %6.1'dir, OECD ülkeleri içerisindeki
%9.5 ortalamadan üç puan daha azdır. 2008'de 913$ ile Türkiye'nin
kişi başına sağlık harcaması da OECD'nin en düşüğüdür,
OECD ortalaması 3268$'dır. Türkiye'de insanların sadece %61'i
suyun kalitesinden memnun olduklarını söylemektedir. Bu sayı
OECD'nin en düşüğüdür, ki ortalama tatmin düzeyi %84'tür, bu
bize Türkiye'nin sakinlerine iyi kalitede su sağlamakta zorluklarla
karşılaştığını göstermektedir.
Büyük Durgunluk
Türkiye kapitalizmini de başka yerlerdeki kadar sert vurdu.
Hükümetin buna yanıtı (IMF tavsiyesine karşın) yurtiçi talebi
beslemek için muazzam kredi canlanmasını serbest bırakmak
olmuştur. Bu enflasyon oranını çift hanelere çıkarmış ve 2011
yılının cari işlem açığını GSYİH'in %10'una (dolar
bakımından dünyanın en büyük ikincisi) genişletmiştir, bu da
Türkiye'yi, küresel belirsizliğin devam ettiği zamanlarda sermaye
akışının tersine dönme risklerine açık hale getirmiştir.
Dışsal finansman gereksinimleri GSYİH'in %25'i kadardır, böylece
Türk bankaları kısa vadeli yabancı borçlanmaya bel
bağlamaktadır. Türkiye tarım ekonomisinden hizmetler ekonomisine
20 yıllık bir süre içerisinde sıçramıştır ve durgunluk imalat
temelini zayıflatmıştır. Eczacıbaşı ve Zorlu gibi gruplar son
bir kaç yılda, ana faaliyet alanlarında yatırım yapmak yerine
devasa alışveriş merkezleri kurmayı tercih etmiştir.
Son iki yılda,
ekonomi, yurtiçi taleplerin zayıflamasının etkisiyle yavaşladı.
Türkiye yabancı sermaye akışının yaratabileceği canlanma-düşüş
döngülerine meyilli
kalmaya devam etmektedir. Küresel emperyalizmin sağlığı
Türkiye'nin kendi büyümesinde hala ağır basan etkendir. Ulusal
tasarruflar son 15 yılda çarpıcı bir şekilde düşmüştür,
1990'ların sonunda GSYİH'in %25'i iken şimdi %15'den daha
düşüktür. Bu azalma bu dönem boyunca herhangi bir G-20
ülkesinden daha büyük olmuştur ve yeni gelişen ekonomilerin
deneyimlerine katı bir karşıtlık şeklinde durmaktadır. Bu
yüzden Türkiye, pazarlanabilir sektöre daha fazla doğrudan
yabancı yatırım (DYY) çekebilmek için kendi emek gücünü
rekabet edebilir yapmaya mecburdur. GSYİH'in %2'si civarında olan DYY
girişleri hala G-20 EM (“Emerging Markets”, Gelişen Pazarlar)
ortalamasının altındadır, bu akışların çoğu da üretken
olmayan bankacılık, emlak gibi sektörlere doğrudur.
2003 ve 2011 arasında,
reel yıllık GSYİH büyümesi ortalaması %5.3'tü, ancak işsizlik
oranları çift haneli kalmaya devam etti, böylece sömürülecek
yedek bir ordu yaratıldı. Diğer ülkelerle ticaret ve gelir açığı
ortalama olarak GSYİH'in %5'inden
üstündeydi. Ancak bunlar Türk kapitalizminin iyi yıllarıydı.
Ekonomik büyümenin içinde olduğumuz on yıllık sürenin kalanında yavaşlaması, yılda en fazla %4 olması ve hatta altına düşmesi,
dış açığın da GSYİH'in %7.5'ine genişlemesi bekleniyor.
Son on yıldaki canlanma kısmen emlak, kredi ve hizmetler
ve inşaat sektörlerine dayanmaktaydı, gittikçe azalan bir şekilde de
üretim, ihracat ve yatırıma.
Bunun nedeni Türk
sermayesinin kârlılığının, emek gücünün genişlemesinin yavaşlamaya başlamasıyla
gerilemesidir. Bu gerileme 1990'lı yıllarda görünürdü. AKP'nin
kurulduktan hemen bir yıl sonraki 2002 seçimlerini dev şirketlerin
desteğiyle ezici bir şekilde kazanması bir kaza değildi. AKP
altında, kârlılık çarpıcı bir toparlanma yaşadı (her ne
kadar kısmen üretken olmayan yatırıma dayansa da). Büyük
durgunluk yeni bir tersine dönmeyi ortaya çıkardı ve bu defa
kârlılıktaki toparlanma duraksadı. 2010 başında kârlılık
önceki tepe noktasına toparlanmış olsa da, o zamandan
beri bir düşüşte ve Büyük Durgunluktan önceki tepenin hala
altında.
(Grafik yıllara göre
Türkiye'nin kâr oranı yüzdesini göstermektedir)
Türk kapitalizminin ormanlarındaki
yeşil sürgünler hiç de sağlıklı değiller, öyle ki hükümet ağaçları
yerinden sökmeye devam edemeyecektir.
MEP Notu: Bu yazıdaki veriler için OECD
istatistikleri
ve IMF
ülke raporu
gibi çeşitli kaynaklar kullanılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder